ТУРЕЦКИЙ ЯЗЫК. Türkçe oğreniyorum. Русский язык. Rusça oğreniyorum.

Объявление

 
УЧИМ ТУРЕЦКИЙ ЯЗЫК
Facebook Grubu · 25.597 üye
Gruba Katıl
📌 Присоеденяйтесь к нашей группе в фейсбук ❗Мы научим Вас турецкому языку за 3 месяца.
 

Информация о пользователе

Привет, Гость! Войдите или зарегистрируйтесь.


Вы здесь » ТУРЕЦКИЙ ЯЗЫК. Türkçe oğreniyorum. Русский язык. Rusça oğreniyorum. » Метод чтения Ильи Франка. » Один день Ивана Денисовича / Ivan Denisoviçin Bir Günü


Один день Ивана Денисовича / Ivan Denisoviçin Bir Günü

Сообщений 61 страница 65 из 65

61

nıyorsun? Herif öz kardeşine değer vermiyor da senin
gibi avanakların gözünün yaşına mı bakacak!
Özel kampların en iyi tarafı, hükümlülerin canlarının
istediği gibi konuşabilmeleriydi. Ama Üst -
İjme'de öyle miydi ya! Birinin kulağına eğilip de:
«dışarda» kibrit sıkıntısı çekildiğini söyleseniz sizi.
hücreye tıkarlar, üstelik, bir on yıl daha bindirirlerdi.
Burada boğazınızı yırtarcasma atıp tutsanız,
kimsenin umurunda değildi. Ne gammazlar yukarıya
yetiştirirler, ne de yukardakiler kulak asarlardı.
Burasının tek kötü tarafı insanın konuşacak,
fazla vaktinin olmamasıydı...
Şuhov sızlanmaya başladı.
— Sen de hepden gevşek doldurdun,
— Peki, peki; al işte!...
Letonyalı böyle söyleyerek bardağın üstüne bir
tutam tütün daha koydu.
Şuhov iç cebinden kesesini çıkararak bardağı
bunun içine boşalttı. Hem denemekten vazgeçerek,
hem de ilk saracağı sigarayı daha rahat bir zamanda
içmeyi tasarlayarak:
— Hadi, ikinci bardağı da ver, dedi.
Letonylı'yla bir sürü daha çekiştikten sonra
ikinci ölçeği de kesesine boşalttı; iki rubleyi verip
eliyle bir selâm çakarak oradan uzaklaştı.
Odadan dışarı çıkan Şuhov kendi barakasına,
doğru koşmaya başladı. Paketini alan Sezar'ı orada
karşılamak istiyordu.
Fakat Sezar alt ranzada yatağının üstüne çoktan
oturmuş, evden gelen yiyeceklerini yerleştirmek

teydi. Yiyeceklerin bir kısmı yatağının üstündeydi,
bir kısmı ise dolaba girmişti. Şuhov'un yattığı ranzanın
gölgesi düştüğü için, üstelik barakanın loş
oluşundan, Sezar'm getirdiği şeyler görünmüyordu.
Şuhov iki büklüm eğilerek başını eski kaptanın
ranzasının altına soktu. (Altta Sezar'ın yatağı vardı.)
Elinde Sezar'm akşam tayınını uzatıyordu.
•— Ekmeğinizi alın, Sezar Markoviç!
Şuhov, «E, demek paketinizi aldınız ha?» diye
başlamadı konuşmaya; çünkü böyle bir konuşma,
arkadaşına, sırada beklediğini, bu yüzden yiyeceklerden
kendi payına bir şeyler düşmesi gerektiğini
hatırlatmak olurdu. Ama o bunu başka türlü söylemişti.
Şuhov sekiz yıllık kamp yaşantısından sonra
bile çakallaşmayan bir insandı. Üstelik yıllar geçtikçe
çakallığm kötülüğüne daha çok inanıyordu.
Ne var ki insan gözlerinin efendisi değildi. Şuhov,
bir hükümlüde olması gereken, gözlerinin atmaca
keskinliğiyle bir anda yatağın üstündeki, dolaptaki
yiyeceklerin hepsini kolaçan etti. Kâğıtları
iyice açılmadığı, torbalarının ağızlarının çözülmediği
halde, koku alma duygusunun da yardımıyla, paketten
çıkan şeyleri birer birer anladı. Sezar'a sucuk,
süzme yoğurt, kaim bir isli balık, domuz yağı,
kokulu gevrekler, değişik kokulu kurabiyeler, iki
kilogram kadar kesme şeker, tereyağı göndermişti
ailesi. Ayrıca sigaralar, pipo tütünü ve buna benzer
şeyler de vardı.
Bütün bunları, «Ekmeğinizi alın, Sezar Markoviç!
» derken görmüştü. Evinden yiyecek paketi ge

len bütün hükümlüler gibi şaşıran, heyecanlanan,
hattâ sarhoş olan Sezar elini salladı.
— Hadi o da senin olsun.
Bir öğünlük sebze çorbası ve 200 gramlık tayın,
yiyecek paketi almış olmasından dolayı, Sezar'm
Şuhov'a yaptığı bağışın tümüydü.
Şuhov bunu anlar anlamaz daha fazla üstelemedi.
Demek çeşit çeşit yiyecek arasında payına düşen
bu kadardı! Öyleyse boşu boşuna ağzının suyunun
akmasına bir sebep yoktu.
400 gram ekmeğin üstüne bir 200 gram daha
gelmişti. En azından bir 200 gram da şiltesinde vardı.
Ertesi sabah verilecek tayınla birlikte birçok
ekmeği oluyordu. Bunun bir kısmını sabahleyin yer,
bir kısmını da iş yerine götürürdü. Varsın şiltesindeki
ekmek dursundu, iyi akıl etmiş de şiltenin içine
sokmuştu. Yoksa 75 inci iş kolundaki adammki
gibi dolabından çalmırsa kimseye derdini anlatamazdı.
Birçokları paketi gelen hükümlüleri tüyü yolunacak
bir kaza benzetirlerdi. Oysa koskoca paket
göz açıp kapayıncaya kadar biterdi. Bir nice hükümlü
vardı ki, paketi gelene kadar fazladan bir
çanak çorba için kıvranır durur, ötekiler gibi izmarit
avcılığına çıkardı. Paket gelince muhafıza, kolbaşma,
hele paket postanesinde çalışan yardakçıya
koklatmadan olur muydu? Yoksalıdam türlü numaralarla
paketi bir hafta oyalar, duyuru tahtasına yaz

dırmazdı. Sonra gelen paketlerin saklanması emredilen
ambarın memuru vardı. (Sezar ertesi sabah,
yapacaktı bu işi. Hırsızından, uğursuzundan korumak
için malını bir torbaya koyup teslim edecekti)
Ambar görevlisine kendi elinle vermezsen, o ucundan
kıyısından daha çoğunu yerdi. Bütün gün başkalarının
mallarıyla bir odaya kapanan ambar sıçanının
ne yaptığını nerden bilecektin? Peki, Şuhov
gibi yardımı dokunanlara bir şey yok muydu?
Ya hamama gidince ne kadar berbat da olsa bornozun
düzgüncesini atan hamamcı ne olacaktı? Ya.
berber? Sakal tıraşı yaparken usturasını bir kâğıda,
sileceği yerde insanın çıplak tenine silen berber de
vardı sırada. Az da olsa üç - beş sigarayla onun da
gönlünü almak gerekirdi. Hani postane görevlisine?
Mektuplarının atılmaması, gelenlerin zamanında verilmesi
için o da bir şeyler isterdi. Bir gün çalışmaya
gitmemek için doktoru da görmeliydi. Sırada bir
de yatak komşusu ve dolap arkadaşı vardı (Sezar'-
la eski kaptan gibi) Bu kadar yakınındaki bir insan
boğazından geçen lokmaları sayarken hangi
vicdansız tutup da ona bir şeyler vermezdi?
«Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür» derler.
Şuhov komşusunu kıskanacak insanlardan değildi,
hele elin malına hiç mi hiç göz koymazdı.
Şuhov keçe çizmelerini çıkarıp kendi karyolasına
tırmandı, orada elliğinin içinden aldığı çelik
parçasını incelemeye başladı. Yarından tezi yok güzel
bir taş bulacak, çelik şeridi bileyerek esaslı bir
ayakkabıcı bıçağı yapacaktı. Sabahları ve akşamla

rı bu işe uğraşırsa her halde dört günde kıvrık uçlu
keskin bir bıçak yapabilirdi.
Ama sabaha kadar onu iyi bir yere saklaması
gerekiyordu. Bu iş için de en uygun yer ranzanın
başlık kısmının altıydı. Hazır alt kattan eski kaptan
yokken, adamın gözüne toz toprak dökmeden.
Şuhov içi talaşla, kırpıntılarla dolu ağır şiltesinin
ucunu kaldırarak demir parçasını altına sakladı.
Komşu ranzaların üst katındaki arkadaşları ne
yaptığını görmüşlerdi, fakat Şuhov'un ne bapdist
Alyoşka'dan, ne de kardeş - Estonyalı'lardan korkusu
yoktu.
O sırada hıçkıra hıçkıra ağlayarak Fetyukov
girdi içeriye. Başını önüne eğmiş, iki büklüm olmuştu.
Çanak yalama yüzünden gene dayak yemiş olacak
ki, ağzı burnu kan içindeydi. Arkadaşlarının yüzüne
bakmadan, fakat gözyaşlarını da gizlemeksizin
barakayı boydan boya geçerek kendi yatağına
çıktı ve şiltesinin üstüne kapandı.
Gene de acıyordu insan bu adama. Kamp yaşantısını
sonuna kadar götüremiyeceği belliydi. Ne yapması,
ne yapmaması gerektiğini daha öğrenememişti.
Fetyukov'un peşinden eski kaptan daldı barakaya.
Çok neşeliydi, elinde bir çaydanlık dolusu iyi
cins çay vardı. Her ne kadar barakada da iki fıçı
dolusu çay bulunuyorsa da buna çay demek için bin
tanık isterdi. Ilık, rengi çaya benzemeyen bir suydu
bu. Fıçıların çürümüş tahta kokusu içine sinmişti.
Sıradan hükümlüler hep bu çayı içerdi. Buynovski,

Sezar'dan aldığı bir avuç çayı çaydanlığa attıktan
sonra üstüne kaynar su doldurmak için dışarı fırlamıştı.
Ranzanın ucundaki yemek dolabının başına
çöktüğü zaman sevinçten ağzı kulaklarına varıyordu.
— Kaynar su doldurayım derken az kalsın parmaklarımı
yakıyordum, dedi sanki bundan övünülecek
bir şey varmış gibi.
Alt katta Sezar yatağının üstüne serdiği kâğıdı
çıkarıp çıkarıp bir şeyler koyuyordu. Şuhov bunları
ranza tahtalarının aralığından görüp gene ağzının
suları akmasın diye hemen şiltesinin ucunu
bıraktı. Adamların Şuhov'suz işleri yürümüyor olacak
ki, Sezar iki ranza aralığında doğruldu, Şuhov'a
bakarak göz kırptı.
— Hey, Denisoviç, versene senin şu on günlüğü.
Küçük cep çakısı (1) demekti bu. Şuhov'un
gerçekten bir çakısı vardı, bunu da ranzanın baş
ucundaki bir yarıkta saklardı. Hani şöyle ikiye katlanan
orta parmak büyüklüğünde bir şeydi ama
bir çalışta dört parmak kalınlığında domuz yağını
ustura gibi keserdi. Şuhov bu çakıyı da kendisi yapmıştı;
sık sık biler keskinleştirirdi.
Elini yarığa sokarak çakıyı çıkardı.
Sezar göz kırptı, işinin başına döndü.
Küçük bir çakı bile bir kazanç kapısıydı. Gel
(1) Arandığında cep çakısı çıkan hükümlüler on gün
hapsediliyordu. (Çeviren)

0

62

gelelim muhafızların eline geçerse göreceği de vardı.
Onun için birisi onun çakısını alıp sucuğunu kestikten
sonra kargılığında zırnık koklatmazsa o insanın
yüreği taştan demekti.
Bu durumda Sezar, Şuhov'a yeniden borçlanmış
oluyordu.
Ekmek, bıçak işleri yoluna girdiğine göre sıra
tütün meselesine geliyordu. Şuhov da öyle yaptı.
Keseyi koynundan çıkararak ödünç aldığı kadar tütünü
avucuna koydu, komşusu Estonyalı'lara uzattı.
Bir de teşekkür etti.
Tütünü alan Estonyalı'nın dudakları gülümser
gibi gerildi, sonra ötekiyle vıdır vıdır konuşarak verilen
tütünden bir sigara sardılar. Anlaşılan Şuhov'
un tütünün ne menem bir şey olduğunu denemek istiyorlardı.
Güle güle içsinlerdi, her halde tütünü önlarmkinden
daha aşağı değildi. Şuhov kendi de bir sigara
tellendirmek isterdi ama içinden bir ses, ona, gece
yoklamasının çok yakın olduğunu söylüyordu.
Kısa bir süre sonra nöbetçi muhafızlar barakaları
kolaçan etmeye gelirlerdi. Böyle olunca sigarayı çikıp
koridorda içmesi gerekiyordu. Fakat yukarıda,
ranzada keyfi yerindeydi Şuhov'un, sırtı birazcık
ısınmıştı. Oysa baraka hiç de sıcak değildi, tavandaki
kırağı örtüsü olduğu gibi duruyordu. Şimdilik
insan soğuğa katlanabiliyordu, fakat kimbilir
geceleyin gene buz kesecekti.
Şimdi de sıra ekmeğine gelmişti. Şuhov 200
gramlık dilimi çıkararak acele etmeden ısıra ısıra

yemeğe başladı. İstemediği halde aşağıdaki konuşmaları
dinlemekteydi .Sezar'la eski kaptan çay içiyorlardı.
— Buyurun, kaptan, çekinmeden alın! Bakın şu
isli balık, şurada sucuk var.
— Teşekkür ederim, alırım.
— Francalaya da yağ sürün. Gerçek Moskova
francalası.
— Hey gidi dünya hey! İnsanın hâlâ bir yerlerde
francala yapıldığına inanası gelmiyor. Birdenbire
kendimi bu bolluk içinde görünce aklıma ne
geldi biliyor musunuz? Bir keresinde Arhangelsk'-
te...
Barakanın bir bölmesindeki iki yüz ağızdan birden
yükselen uğultuya rağmen Şuhov demir putrele
vurulduğunu işitmişti. Fakat kimse bunun farkında
değildi. Hemen bunun peşinden de, kırmızı
yüzlü, ufak tefek bir adam olan «Burnu büyük»
dedikleri bir muhafız girdi içeriye. Muhafızın elinde
bir kâğıt tutuşuna ve tavırlarına bakılırsa barakaya
sigara içenleri yakalamak, ya da içerdekileri
yoklamaya çıkarmak için değil, birini aramak için
geldiği anlaşılıyordu.
Kâğıda bir kere göz atan Burnubüyük.
— 104 üncü iş kolu nerede? diye sordu.
— Şu tarafta.
Estonyalı'lar hemen sigaraları söndürerek dumanı
elleriyle dağıttılar.
— Kolbaşmız kim?
Tiyurin ayaklarım biraz aşağıya sarkıttı.

— Bir şey mi var?
— Fazla giyeceği çıkan iki kişinin savunması
hazır mı?
Gözünü kırpmadan cevap verdi Tiyurin:
— Yazıyorlar.
— Şimdiye kadar vermeleri gerekirdi.
— Adamların doğru dürüst okuma yazmaları,
yok, hemen yazabilirler mi? (Sezar'la eski kaptandan
söz ediyordu Tiyurin. Doğrusu yaman adamdı,
hiç lâfın altında kalmazdı) Üstelik kalem yok, mürekkep
yok.
— Neden yokmuş, olması gerek.
— Bırakıyorlar mı? Alıyorlar, geriye getirmiyorlar.
— Bak, kolbaşı, sen fazla konuşuyorsun. Tıkarım
vallahi içeriye! (Burnubüyük böyle söylemekle
birlikte fazla kızgın görünmüyordu) Yarın iş başı
vurmadan önce savunmalar muhafız amirliğinde bulunacak.
Ayrıca giymelerine izin verilmeyen bu şeyleri
ambara bıraksınlar. Anlaşıldı mı?
— Anlaşıldı.
(«Eh, kaptan vartayı atlattı!» diye geçirdi içinden
Şuhov. Oysa kaptan, dünyadan haberi yok, bir
yandan çayını içerken, bir yandan tatlı tatlı anlatmaktaydı.)
Burnubüyük gitmiyordu.
— Anlaşıldı demek. Peki sende Ş - 311 diye
birisi var mı?
Tiyurin vakit kazanmak için.
— Bendeki çizelgeye bir bakayım, dedi. Bu Al

lahın belâsı numaralar insanın aklında kalmıyor ki!
(Amacı kaptanın cezasını bir gece ertelemek, hiç
olmazsa yoklama saatine kadar adamın rahatım
bozmamaktı.)
Ama Burnubüyük bağırdı:
— Buynovski burada mı?
Kaptan:
— Buradayım! diyerek Şuhov'un ranzasının altındaki
sığınağından dışarı fırladı.
Erken öten horozun boynunu koparırlarmış.
— Buynovski sen misin? Ha, evet, numaran
Ş - 311. Hadi hazırlan.
— Nereye?
— Kendin daha iyi bilirsin.
Eski kaptana derin derin göğüs geçirmekten
başka bir şey kalmıyordu. Karanlık ve fırtınalı bir
gecede zırhlısını azgın dalgaların arasından kurtarmak
şu anda arkadaş sohbetini bırakıp kamp hapisanesine
girmekten daha kolay olsa gerekti.
Sesi daha bir alçalarak:
—- Ka,ç gün? diye sordu.
— On. Hadi, fazla sallanma!
Bu sırada baraka nöbetçileri bağırmaya başladılar
:
— Hadi yoklamaya! Hadi yoklamaya! Çıkm
dışarı!
Böyle hep bir ağızdan bağırdıklarına göre yoklamayı
alacak muhafız barakaya girmiş olmalıydı.
Kaputunu alsa iyi olur mu diye kaptan dönüp
ranzasına baktı. Fakat alsa bile hapishanede çı

karttıracaklanna göre ceketiyle gitmesi uygun olacaktı.
Volkovoy'un bu cezayı unutacağını uman eski
kaptan (Volkovoy böyle şeyleri unutur muydu
hiç!) hazırlık yapmamış, ceketinin bir tarafına biraz
olsun tütün saklamamıştı. Cebine koyup götürse
bir işe yaramayacaktı, çünkü aramada hemen ortaya
çıkacaktı.
Gene de şapkasını bulup giyene kadar Sezar
onun eline birkaç sigara sıkıştırdı.
Bir hayli bozulan kaptan 104 ün adamlarına dönerek
başıyla selâm verdi.
— Hadi, arkadaşlar, hoşça kaim!
Ondan sonra da Burnubüyük'ün ardından yürüdü.
Arkasından birkaç kişi bağırdılar!
— Cesaretin kırılmasın! Kendini koy verme!
Başka ne diyebilirlerdi ki! Kamp hapisanesini
104 üncü iş kolu yaptığı için orasının nasıl bir yer
olduğunu biliyorlardı. Duvarları taştı, tabanı çimento.
Hücrelerde pencere yoktu. Odalarda soba yanardı
ama içerisi ısınsın diye değil de, duvarlardaki buz
erisin de döşemede su biriksin diye... Kuru bir tahta
üzerinde yatan cezalı sabaha kadar dişlerini birbirine
vururdu. Günde 300 gram ekmek; üçüncü, altıncı,
dokuzuncu günde de birer çanak sebze çorbası
verirlerdi.
Oh gün, dile kolay!... Burada on gün hücreye
kapatılmak insanın ömür boyu sağlığını yitirmesi
demekti. En azından verem olur, hastane köşelerinde
sürünürdü.

On beş günlüğüne kapatılanlar ise cezanın sonunu
görmeden kara toprağa girerlerdi.
Onun için buradakiler hücreye düşmedikleri sürece
kendilerini mutlu sayarlar, düşmemek için de
-dua ederlerdi.
Baraka kıdemlisi kapıda durmuş bağırıyordu:
— Hadi, çıkın artık. Üçe kadar sayacağım. O
zamana kadar çıkmayan olursa numarasını alır muhafıza
veririm.
Şu baraka kıdemlisi, orospu çocuklarının en
önde geleniydi. Geceleyin onlarla birlikte aynı barakada
kapalı kaldığı halde kendini bir bok sanır,
herkese cart - curt ederdi. Ödü patlardı hükümlülerin
bu heriften. Gücünün yetmediklerini yukarıya
şikâyet eder, güçsüzleri kendisi ezerdi. Bir kavgada
parmağının teki koptuğu için sakat sayılıyordu,
oysa suratına bakan onun nasıl bir haydut olduğunu
hemen anlardı. Gerçekten de haydutluktan hüküm
giymişti, gel gelelim ceza yasasının 58 inci
maddesinin 14 üncü fıkrası gereğince onu bu kampa
sürmüşlerdi.
Kızdığı adamın numarasını yazıp muhafıza vermesi
işten bile değildi. Ondan sonra gelsin iki gün
hücre cezası. Doğal olarak gündüzleri çıkıp çalışmak
şartıyla. Adamın ihtarına kadar ağırdan alan
hükümlüler birden canlanarak kapıya doğru yürüdüler.
Üst ranzadan kendilerini aşağıya atanlar ötekilerin
peşinden koşuyorlardı.
Sarıp hazırladığı sigarasını yakmaya fırsat bulamayan
Şuhov çevik bir hareketle aşağıya indi, he

men keçelerini ayağına geçirdi. Tam gitmek üzereydi
ki, gözü Sezar'a takıldı. Zavallıcık yiyeceklerle
ortada kalakalmıştı. Bu sefer yaranmak için değil,
sırf ona acıdığından Şuh ov oradan ayrılmadı. Şu
Sezar da kamp yaşantısını öğrenememiş gitmişti.
Ne vardı paketini alır almaz yiyeceklere çullanacak?
Yoklama saatine kadar onları ambara götürse
daha iyi etmez miydi? Yoklamadan sonra yemek
için bir sürü vakti vardı. Şimdi bu kadar öte
beriyi ne yapacaktı? Hepsini torbaya doldurup yoklamaya
götürse beş yüz kişinin maskarası olurdu.
Burada bırakması ise hiç uygun değildi, yoklamadan
ilk dönenler her şeyi siler süpürürlerdi: (Üst
- Ijme'de bu işler daha kötüydü. Çalışmadan dönüşte
hırsızlar ellerini çabuk tutup barakaya herkesten
önce girerler, dolaplarda ne var, ne yok alırlardı.)
Sezar'm eli ayağı birbirine dolaşmıştı. Ne yapacağını
bilemediği için sucuğu, domuz yağını kaparak
birer birer koynuna soktu. Aklınca hiç olmazsa
bunları kurtaracaktı.
Şuhov onu bu durumda görünce daha çok acıdı.
— Bak, Sezar Markoviç, dedi. Şu gölge yere iyice
sin, herkes çıkana kadar yerinden kıpırdama.
Muhafız koğuş nöbetçileriyle birlikte ranzaları teker
teker dolaşmaya başlayınca sen de gizlendiğin
yerden çıkar, hasta numarası yaparsın. Ben yoklama
biter bitmez herkesten önce koşar gelirim. Tamam
mı?
Böyle diyerek kapıya koştu.

0

63

Kapıdan çıkan kalabalığın arasından kendine
zorla yol açmaya çalışırken bir yandan da elindeki
sarma sigarayı ezdirmemeye çalışıyordu. Barakanın
iki bölmesi arasındaki koridorda ve daha ilerdeki
sahanlıkta fazla bir itiş kakış yoktu. Çünkü herkes
karşılıklı duvarlara yaslanmış, ortada bir kişinin
geçebileceği bir aralık bırakmışlardı. Herkes gittikten
sonra bu akıllı duvar yarasaları en son çıkacaklardı.
Bütün gün ayazda anaları ağladığı halde
burada dışarıya on dakika geç çıkmak onlar için
büyük bir kazançtı. Bugün duvar diplerini onlar kapmışlardı,
zevkini de onlar çıkaracaklardı.
Başka bir sefer olsa Şuhov da bir yer bulup sinerdi.
Ama o gün hiç öyle bir niyeti yoktu, geniş
geniş adımlarla yürürken üstelik adamlara alaylı
alaylı sırıttı.
— Ne o, lâpacılar, soğuktan pek mi korktunuz?
Anlaşılan siz daha Sibirya soğuğu görmemişsiniz.
Hadi, çıkın da kurt güneşinde biraz ısınm... Amca,
ateşini ver de yakalım.
Şuhov sahanlıkta sigarasını yaktıktan sonra
merdiven başına çıktı. Şuhov'un memleketinde ay
ışığına şaka yollu «kurt güneşi» derlerdi.
Ay iyice yükselmişti. Bir süre sonra en yüksek
noktasında olacaktı. Gökyüzünün yeşilimsi, soluk bir
görünüşü vardı. Şurada burada parlak yıldızlar serpiştirilmişti.
Yerlerde karlar, barakanın duvarları
ay ışığmde bembeyazdı. Fenerlerin ışığı ölgünleşmişti.
Yandaki barakanın önünde bir kaynaşma var

dı, hükümlüler çıkarak sıra oluyorlardı. Ötekinde de
öyle. İnsanların uğultusundan çok ayaklarının karda
çıkardığı kıtırdı işitiliyordu.
Merdivenlerden aşağıya inen beş kişi yüzleri
kapıya dönük olarak yan yana durmuşlardı. Onların
arkasındaki sırada üç kişi vardı. Şuhov bu üç
kişinin yanma durdu. Sırada beklerken ekmek yemek,
sigara içmek yasak değildi. Letonyalı yalan
söylememişti. İyi tütünü vardı keratanın; hem kokusu,
hem de içimi hoştu.
Şuhov'un peşinden hükümlüler birer ikişer iniyorlardı.
Onun arkasında iki - üç sıra daha toplanmıştı.
Sıraya girenler duvar dibine sığınanlara karşı
hemen kızmaya başlıyorlardı. «Namussuzlar, hiç
rahatlarını bozmazlar... Burada onların yüzünden
donuyoruz...» diye küfürler yükseliyordu.
Hükümlüler merak edip de saatin kaç olduğuna
hiç bakmıyorlardı. Çünkü kalk vuruşuyla kalkar,
toplan işaretiyle toplanır, düdükle paydos yapar,
kampana çalınca yoklamaya çıkar, oradan da yatmaya
giderlerdi. Bu durumda saatin onlara ne gereği
vardı?
Akşam yoklamasının saat dokuzda yapıldığı
söylenirdi. Gel gelelim yoklama hiçbir zaman o saatte
bitmez; iki kere, üç kere sayım yapılırdı. Saat
ondan önce de yatağa giremezlerdi. Saaatin beşinde
ise uyandırmak için başlarında biterlerdi. Moldavyalının
iş başında uyuyup kalarak, paydostan sonra
dönüş yoklamasına yetişememesinde şaşılacak bir
şey yoktu. Hükümlülerin sırtı biraz ısındı mı, ora

da sızar kalırlardı. Bir haftanın uykusuzluğu üst
üste bindiği için çalışmaya götürülmedikleri pazarlar
hükümlüler barakalarında bütün gün kütük gibi
uyurlardı.
Şimdi de hükümlüler merdivenlerden aşağıya
birbirlerini ite kaka iniyorlardı. Anlaşılan baraka kıdemlisiyle
muhafız onları tekmeyle kovalamaya başlamışlardı.
Sizi pezevenkler sizi, çoktan hakettiniz
bunu!
— Ulan namussuzlar, duvara sindiniz de elinize
ne geçti? Bu işin erkeni de bir, geçi de bir! Bir ani
önce çıksanız da yoklama bitse kötü mü olurdu?
Bütün barakadakileri söküp dışarı atmışlardı.
400 kişi 80 sıra olurdu. Sonradan gelenler, önce1
beşerli sıraya girdiler, daha sonrakiler karman çorman
durdular.
Merdivenlerde duran baraka kıdemlisi bağırmaya
başladı.
— Hey, arkadakiler, beşerli sıra olun!
Fakat orospu döllerinin sıraya miraya girdikleri
yoktu.
En arkadan Sezar göründü, hasta numarasıyla
iki büklüm, ağır ağır yürüyordu. Onun yanında barakanın
her iki bölmesinden ikişer nöbetçi ve bir de
topal bir hükümlü. Sezar'ı arkaya göndererek ötekileri
ön sıraya durdurdular. Şuhov böylece üçüncü
sıraya düşmüş oluyordu.
Muhafız da merdivenlere çıktı. Sıtma görmemiş
sesiyle kuyruğun sonundakilere bağırmaya başladı.
— Beşerli sıra olun! Beşerli sıra olun!

Koğuş kıdemlisi onun peşinden daha da yüksek
bir sesle haykırdı.
— Beşerli sıra olun!
Fakat namussuz heriflerin buna aldırdığı mı
vardı ki!
Koğuş kıdemlisi hızla merdivenlerden aşağı inerek
oraya buraya koşturdu, kiminin anasına küfretti,
kiminin ensesine patlattı.
Fakat hep de zayıflara, sesi çıkmayanlara çatıyordu.
Herkes sıraya girince geriye döndü ve muhafızla
birlikte saymaya başladılar.
— Bir! İki! Üç!
Sayıdan geçenler tabana kuvvet barakaya koşuyorlardı.
O günlük baştakilerle hesaplaşma bitmişti
artık.
Ama yeni baştan bir sayım daha olmazsa hesaplaşma
bitmiş demekti. Bu salakların, odun kafalıların
doğru dürüst sayı bile bildikleri yoktu.
Okuma yazma bilmeyen bir sığırtmaç dahi sürüsünde
kaç inek bulunduğunu sürünün arkasında yürürken
bilirdi. Oysa bu sersemler önlerindeki adamları
sayamıyorlardı.
Geçen kış kampta çizme kurutma odası yoktu,,
herkesin keçe çizmesi sürekli yanında bulunurdu.
İkinci, üçüncü, dördüncü kez yoklamanın tekrarlanması
gerekince herkes hemen çizmelerini ayağına
takar, kaput ve ceketlerini çıkaranlar giyinmeye lüzum
kalmadan battaniyeye sarınarak dışarı fırlarlardı.
Bu kış ise kurutma odası yapmışlardı; her

gün değilse bile iş kollarına üç günde bir sıra geliyordu.
Bu bakımdan herkesin keçe çizmesi yanında
olmayacağı düşünülerek, yoklamanın tekrarlanması
durumunda hükümlüler barakanın bir bölmesine
doldurulup öteki bölmeye geçerken teker teker sayılıyordu.
Şuhov barakaya en başta girmemişti, fakat
kendinden önce gidenlerden de gözünü ayırmadı. Barakaya
girer girmez ilk işi Sezar'ın yatağına koşmak
oldu. Oraya varınca çizmelerini çıkardı, sonra
sobanın yanındaki ranzalardan birine tırmanarak
kuruması için çizmelerini oraya astı. Burada usul
böyleydi, yeri erken gelen kapardı. Çizmesini koyar
koymaz da Sezar'ın yatağına koştu. Şimdi orada
ayaklarım altına alıp otururken bir yandan Sezar'ın
yatağının başucundan öteberisini çalmasınlar
diye göz kulak oluyor, öbür yandan da keçe çizmelerini
getirenlerin kendininkileri bir kenara itmemelerine
dikkat ediyordu.
Bir ara birisine bağırmak zorunda kaldı.
— Hey, kızıl saçlı, sen! Yoksa o çizmeleri kıçına
sokmamı mı ;stiyorsun! Çizmelerini kurutmak
istiyorsan orada bir yere as, fakat başkalarımnkine
dokunma!
Hükümlüler sel gibi geliyorlardı barakaya. 20
nci iş kolundakiler bağırmaya başladılar.
— Hadi, keçelerinizi verin buraya!
Barakanın öteki bölmesinden olan bu iş kolunun
adamları çizmelerini teslim etmeden içeri girerlerse
işte o zaman ayıkla pirincin tasını. Herkes içe:ri girip kapılar kilitlendikten sonra aklı başına gelenler
kıvranmaya başlarlardı.
— Ne olur, bay muhafız, bırakın da çizmelerimizi
verelim.
O zamana kadar muhafızlar, muhafız amirliğinde
toplanmış ve ellerindeki yoklama tahtalarından
kaçan hükümlü var mı diye hesap yapıyor olacaklardı.
Şuhov'un o gün hiçbir şeye aldırdığı yoktu. İşte
Sezar da yatağının bulunduğu ranzaların arasındaydı.
— Sağ olasın, İvan Denisoviç!
Şuhov başını salladıktan sonra sincap gibi kendi
ranzasına tırmandı. Artık ister 200 gramlık ekmeğini
bitirebilir, ister ikinci bir sigara tüttürür, isterse
kafayı vurup yatardı.
Ne var ki, iyi bir gün geçirmiş olduğundan dolayı
içinde büyük bir sevinç vardı ve gözüne uyku
girmiyordu.
Şuhov'un yatağa yatması çok kolaydı. Kara
battaniyeyi yatağın üzerinden çeker alır, ondan sonra
da şiltenin üstüne uzanıverirdi (1941 de evden
ayrılalı beri çarşaf yüzü görmemişti. Hattâ kadınların
ne diye başlarına bir de çarşaf yıkama derdi
çıkardıklarını anlamıyordu.) Daha sonra başını kıtık
dolu yastığa koyar, ayaklarını ceketinin bir koluna
sokar, üstüne battaniyeyi, onun üstüne de kaputunu
çeker; işte hepsi bu kadar!... Bir gününün

0

64

daha bitmiş olmasından dolayı Tanrı'ya şükretmekten
başka bir şey kalmıyordu.
Gene şu yatakta uyuyabiliyordu insan, ya bir
de hücreye düşse hali nice olurdu?
Şuhov başı pencere tarafında yatıyordu. Yatağı
yanındaki ranzanın üstünde bulunan baptist ise
ışığa daha yakın olabilmek için başını ters tarafa,
koyarak yatmıştı. İncil okuyordu şimdi.
Lâmba onlardan fazla uzak değildi. Bu bakımdan
okumak, dikiş dikmek mümkündü.
Alyoşka, Şuhov'un yüksek sesle Tanrı'ya şükrettikten
sonra yan tarafına döndüğünü görünce:
— Bana bakın, İvan Denisoviç, dedi. Madem
içinizden Tanrı'ya dua etmek geliyor, ne diye duayı
yarıda bırakıyorsunuz ?
Şuhov yüzünü çevirmeden Alyoşka'ya baktı.
Gözleri fersiz ışığın altında ışıl ısıldı. İçini çekerek:
— Neden mi, Alyoşka? Dualar da şikâyet dilekçesi
gibidir. Ya yerine ulaşmaz, ya da ulaşsa bile
red cevabıyla geriye çevrilir.
Ana barakanın önünde mühürlü dört kutu vardı,
ayda bir kere sorumlusu kutuları açarak içini
boşaltırdı. Pek çok hükümlü bu kutulara şikâyetlerini
yazıp atarlar, ondan sonra da bir ay, iki ay
bekle bir cevap gelsin...
Ama bir türlü cevap gelmezdi. Gelse bile «İsteğiniz
kabul edilmedi!» cinsinden bir şey çıkardı.
— Öyle değil, İvan Denisoviç. Az dua ettiğiniz,
inanmadan, içinizde duymadan dua ettiğiniz için istekleriniz
yerine gelmiyor. İnsan durmadan dua et

meli. Sağlam bir inancınız varsa duanızla dağları
yerinden oynatırsınız.
Şuhov bıyık altından gülerek bir sigara daha
sardı. Bunu Estonyah'nın ateşinden yakarken;
— Bırak bu masalları, Alyoşka, dedi. Dağların
yerinden oynadığını duymadım hiç. Ho», hayatımda
yüksek dağ da görmüş değilim ya! Sen ve senin baptistçi
takımın Kafkaslar'da çok dua ettiğinize göre
hiç dağları yerinden oynattığınız oldu mu?
Zavallıların başına ne geldiyse bundan gelmişti.
Dua etmişlerse kime ne zararları olmuştu? Bütün
yakaladıklarını yirmi beşer yıl içeri tıkmışlardı.
Çünkü ölçü buydu, böyle bir suç işleyen yirmi beş
yılı giyerdi. )
Alyoşka elinde İnciliyle ta Şühov'un yanma sokuldu.
— Biz bunun için dua etmiş değiliz, İvan Denisoviç!
Tanrı'nm kullarına, bir dilim ekmeğimizi verdiği
için yatıp kalkıp «Çok şükür Tanrım, bugün de
ekmeğimizi verdin!» diye şükretmekten başka ne
düşer?
— Yani burada tayınımız için şükredeceğiz, öyle
mi?
Alyoşka'mn gözleri sözlerinden daha çok şey
anlatıyordu. Üstelik Şühov'un elini tuttu, okşamaya
başladı.
— İvan Denisoviç, şurada yapılacak dua «evden
paketin gelsin, bir kap çorba fazla içeyim» şeklinde
olmalıdır. Çünkü insanlar için değeri olan bir şeyin
Tanrı katında değeri sıfırdır. Öyleyse ruhumuzun

kurtuluşu, ruhumuzun kötülüklerden sıyrılışı için
dua etmeliyiz.
— Bak, beni dinle. Bizim Polomna'da kilisenin
bir papazı vardı...
— Bırak sen şimdi kilisenin papazını, yahu!
Alyoşka böyle söylerken canı yanmış gibi alnı
kırış kırış oldu. Şuhov başını dirseklerinin üzerine
koyarak yattığı yerden doğruldu.
— Hayır, önce sen benim anlatacağımı dinle.
Bizim Polomna'daki papaz çevrenin en zengin adamıydı.
İşte biz de bir başkasının çatısını aktarırken
30 ruble alır, ama papaza gelince 100 ruble isterdik.
Ama herif gık diyemezdi. İşte bu Polomna papazı
ayrı ayrı köylerdeki üç kadına nafaka ödediği
halde oturduğu köyde bir dördüncü kadınla yaşardı,
Kilisesinin bağlı olduğu piskoposu kukla gibi oynatırdı,
kimbilir adamı nasıl kafese koymuştu. Kiliseye
kaç tane ikinci papaz gönderdilerse hepsine bir
kulp takıp geriye aldırttı. Kazancını bir başkasıyla
bölüşür mü herif?...
— Sen bana ne diye köyünün papazını anlatıp
duruyorsun canım? Ortodoksluk mezhebi İncil'den
çok uzaklara düştü. Bu gibi adamları sürgüne göndermemelerinin
tek nedeni inançlarının zayıf oluşudur.
Şuhov sigarasını tüttürürken, Alyoşka'mn heyecanlanmasını
sakin sakin seyrediyordu. Adamın
havaya kalkan elini yakalayıp sigarasının dumanını
yüzüne püskürterek:
— Alyoşka, benim sakın Tanrı'ya karşı olduğu

mu sanma, dedi. Tanrı'ya inancım tamdır. Yalnız
cennet ve cehenneme inanmıyorum işte. İnsanları
aptal yerine koyup onları öbür dünyada cennete,
ya da cehenneme gideceklerini söylemek bence saçmalığın
en büyüğü.
Şuhov bunları söyledikten sonra karyolasına
sırt üstü uzandı, Alyoşka'nm neler homurdandığma
aldırmadan düşüncelere daldı. Bu sırada, eski kaptanın
aşağıdaki öteberisini yakmamaya dikkat ederek,
sigarasının külünü pencereyle ranza arasına
silkeliyordu.
Bir süre düşündükten sonra:
— Sonuç olarak söylenecek şudur ki, ne kadar
dua edersen et, şuradaki ceza süresinden bir kısmını
bile düşüremezsin. Ve sabah kalk kampanasından
akşam yat kampanasına kadar kıçını rahat bir
yere koyamazsın.
Alyoşka korku içinde irkildi.
— Hayır, hayır sen bunun için de dua etmemelisin.
Özgürlük senin nene gerek? Çünkü dışarda
elin kolun serbest gezerken sende kalan son inancını
da yitirebilirsin. Aziz Pavel ne demiş? «Ne diye
ağlayıp sızlanıyor, benim kalbimi de parçalıyorsunuz.
Ben yalnız bir odaya kapanmak şöyle dursun,
İsa adına ölmeye bile hazırım!»
Şuhov sessizce tavana bakıyordu. O anda özgürlüğü
kendisinin de isteyip istemediğini bilmemekteydi.
Kampa düştüğü ilk günler cezasının ne
kadarını çektiğini, ne kadarının kaldığım hesaplardı.
Sonra bundan bıkkınlık geldi. Aradan yıllar ge

0

65

cince cezasını bitirenlerin memleketine değil de, başka
bir yere sürgüne gönderilecekleri anlaşıldı. Gideceği
bu yabancı yerde mi, yoksa kampta mı daha,
rahat yaşayacağını nereden bilecekti?
Onun tek istediği özgürlüğüne kavuşunca evine
gitmekti.
Oysa evine bırakmayacaklardı ki!...
Alyoşka yalan söylemiyordu. Sesinden de, gözlerinden
de ömrünü cezaevinde geçirmeye hazır olduğu
anlaşılıyordu.
Şuhov düşüncelerini şöyle açıkladı :
— Beni dinle, Alyoşka, senin burada bulunmanın
bir bakıma anlamı var. Çünkü İsa sana hücreye
çekilmeni emretmiş, sen de bu yüzden buraya
düştün. Ya benim buraya girmekte ne suçum var?
1941 yılında savaşa hazır değilsek bunun cezasını
ben mi çekeceğim?
Kilgas yatağında yataren:
— İkinci yoklamayı yapmayacaklar mı, nedir?
diye homurdandı.
— Öyle görünüyor, dedi Şuhov. Bunu duvara
çiz, her zaman olacak şeylerden değildir. (Esnedi).
Öyle de uykum geldi ki!
Tam o sırada içerisinde çıt çıkmayan barakanın
dış kapısı çatırdayarak açıldı ve kurutma odasına
götürmek için kucaklarında bir yığm çizme taşıyan
iki kişi koridordan :
— İkinci yoklamaya hazırlanın! diye bağırdı.
Onların arkasından da muhafız gürledi:
— Herkes öteki bölmeye geçsin!

Oysa bir niceleri uykudaydı o sırada, homurtuyla
karışık bir kıpırdanma başladı, kendilerini aşağıya
atanlar keçelerini geçiriyorlardı ayaklarına.
(Pantolonsuz battaniyenin altında buz kesecekleri
için kimse pamuk bastırılmış pantolonunu bacağından
çıkarmıyordu.)
— Tüh, Allah kahretsin şu herifleri! diye mırıldandı
Şuhov.
Neyse ki uykuya dalmadığı için fazla öfkeli değildi.
Sezar elini yukarıya uzatarak Şuhov'un önüne
iki kurabiye, iki kesme şeker ve yuvarlak bir dilim
sucuk koydu. Şuhov teşekkür ettikten sonra:
— Sezar Markoviç, dedi. Verin sizin şu torbayı
da şuraya, başımın altına koyayım. (Hükümlüler
geçerken ellerini uzatıp yukarıdan alamazlardı, sonra
kimse Şuhov'da böyle bir şey olacağını ummazdı.)
Sezar ağzı bağlı beyaz torbasını uzattı. Şuhov
torbayı alıp şiltesinin altına soktuktan sonra barakadakilerin
sonuna kadar çıkmasını bekledi. Böylece
zaman kazanacak, koridorda çıplak ayakla bekleme
süresini kısaltacaktı. Fakat muhafız onu görünce
sırtardı:
— Hey, sen, köşedeki!
Şuhov çıplak ayaklarıyla gürültü çıkarmadan
atladı, aşağıya. (Ne güzel de çizmelerini dolaklarını
çıkarıp sobanın yamna asmıştı. Şimdi onları oradan
almak yazık olacaktı.) Birçok terlik diktiği halde
hepsini satmış, kendine bir çiftini bile bırakmamış

tı. Bu işte ustaydı Şuhov, bir çift terlik dikmek fazla
sürmezdi.
Yalnız gündüz kimin ayağında terlik görürlerse
toplarlardı.
Keçe çizmelerini kurutma odasına gönderenlerden
ayağında terlik olanlar için bir şey yoktu. Fakat
dolakla ya da çıplak ayakla kalanlar kıvranmaya
başladılar.
Muhafız bağırıp duruyordu:
— Haydi! Çıkın dışarı!
Arkasından da baraka kıdemlisi:
— Ulan, sopa düşmanları! Kahpe dölleri!
Hükümlüleri barakanın öteki bölmesine sürüp
çıkardılar, gecikenler koridorda kaldılar. Şuhov, duvarın
dibindeki hela varilinin yanında dikildi. Döşeme
ayaklarının altında ıslak ıslaktı, sahanlıktan buz
gibi soğuk hava geliyordu.
Herkesi dışarı gönderdikten sonra muhafızla
baraka kıdemlisi boş yerlere gizlenen, yataklarında
Uyuyan kimse var mı diye köşe bucak dolaştılar. Ya
değilse hükümlü sayısı eksik de çıksa, fazla da çıksa,
sonunda ikinci bir yoklama daha yapmak zorunda
kalırlardı. Gizlenen, uyuyan kimse bulamayınca
dönüp kapıyı tuttular.
— Bir! İki! Üç!...
Hükümlüleri içeriye teker teker ve çok çabuk '
bırakıyorlardı. Şuhov on sekizinci olarak barakaya
girince hızla ranzasına koştu, bir sıçrayışta «hop»
en üst kata çıktı.
Eh, her şey tamamdı artık. Ayaklar gene ceke

tin bir koluna sokuldu; üstüne battaniye, bunun
üstüne de kaput örtüldü. Artık uyuyabilirdi; barakanın
öteki bölmesinden gelen hükümlüleri sayarak
onların bölmesine doldurmalarının onlara bir zararı
yoktu.
Sezar dönünce torbasını aşağıya sarkıttı.
O sırada Alyoşka da dönmüştü. Herkese yararlı
olmak isteyen fakat kimseye yaranamayan biriydi
şu Alyoşka. Şuhov bunu bildiği için kurabiyelerden
birini ona uzattı.
Alyoşka gülümsedi.
— Teşekkür ederim ama size kalmadı.
— Sen yemene bak!
Şuhov'a kalmamıştı ama o her zaman elde etmenin
bir yolunu bulurdu.
Sucuk dilimini de kendisi ağzına attı... Çiğnedi,
çiğnedi, çiğnedi... Kokusu ne kadar hoştu! Hele ağza
dolan o et tadı!
Bir yutuşta hepsini karnına yolladı, artık sucuk
mucuk yoktu!...
Kalan yiyecekleri ertesi sabah kalktığı zaman
yiyecekti.
Kirli, ince battaniyesini başına kadar çekti.
Sayımın bitmesini beklerken ranzaların arasına doluşan
karşı bölmeden gelme hükümlülerin gürültülerine
aldırdığı bile yoktu.
Şuhov mutluluk içinde gözlerini yumdu. O gün
çok başarılı bir gün geçirmişti. Hücreye kapatılmamış,
onların iş kolunu «Sosyalist Hayat Sitesi»ne
göndermemişler, öğle yemeğinde fazladan bir kap lâpa aşırmış,
kolbaşları iş yüzde hesabını iyi kapatmış,
duvarı büyük bir istekle örmüş, aramada çelik
parçasını kaçırmış, akşamleyin Sezar'dan çok şey
kazanmış, tütün satın almıştı. Ayrıca hastalığa yenilmemiş,
sağlığına kavuşmuştu.
Keyfinin bozuimadığı bir gündü bu.
Kalk vuruşundan yat vuruşuna kadar Şuhov'-
un böyle tam üç bin altı yüz elli üç günü geçmişti ve
geçecekti.
Sondaki üç gün ise artık yıllardan (1) eklenenlerdi.
S O N

0


Вы здесь » ТУРЕЦКИЙ ЯЗЫК. Türkçe oğreniyorum. Русский язык. Rusça oğreniyorum. » Метод чтения Ильи Франка. » Один день Ивана Денисовича / Ivan Denisoviçin Bir Günü


Рейтинг форумов | Создать форум бесплатно