«Ben Sekiz numaralı fizik bilginiyim. Atom çağında, İleri Görüşlüler Ülkesi'nde, özel olarak yetiştirilmiş bir
dâhiden biriyim. Arkadaşlarımla birlikte...»
Bildiri sona erince, oradakiler, şaşkınlıktan birbirlerinin yüzüne baktılar, insanların yaşamlarına, bir süre ara
veren bu aygıt ve yöntem, onlara çok ilginç gelmişti. Hemen, dondurucuları özenle gemiye taşıdılar.
Çeşitli incelemeler için yeniden dönmek üzere, tarım küresinden ayrıldılar.
Nuhun gemisi dünyaya indiğinde, yer yerinden oynadı. Tüm insanlar, donmuş bilginleri, evlerindeki
televizyonlardan izliyordu. Çoğu, korku, acıma duygularıyla dolup taşıyordu. Hele çocuklar!... Bu olaydan en çok
etkilenen onlardı. Olup bitenleri, tam olarak kavrayamadıkları için olayı gözlerinde büyütüyorlardı.
Dondurucudaki bilginlere insan değil de uzay yaratığı gözüyle bakıyorlardı.
Tarım küresinden gelen bilginler için İleri Görüşlüler Ülkesi'nin başkentinde, görkemli bir yapı oluşturuldu.
Dondurucular, oraya yerleştirildi. Dünyanın dört bir yanından gelen meraklı gezginler, bu yapının eşiklerini
aşındırmaya başladılar, insanlar, televizyon ekranlarında gördükleriyle yetinmiyor, bir de dondurucudakileri
yakından görmeye çabalıyorlardı. Dondurucuların çevresi saygı duruşuna geçenler, dua edenler, duygulanıp
ağlaşanlar, korkup kaçışanlarla dolup dolup boşalıyordu. Ayrıca, dünyanın dört bir yanından, hemen her gün,
dondurucudakilere çiçek yağıyordu. İnsanlar, belgeliklere başvurarak bu bilginlerin kimliklerini, insanlık için
yaptıkları hizmetleri, ayrıntılarıyla öğrenmişlerdi. Onların dondurucudan çıkacakları günü iple çekiyorlardı.
Böylece yıllar geçti. Bilginlerin dondurucudan çıkacakları tarih, giderek yaklaşmaktaydı, insanların sabırsızlığı
da doruğa tırmanıyordu.
Oysa bu insanların bilmedikleri, çok önemli ve tehlikeli bir durum vardı. Dondurucudaki elli bir bilgin, iyi
ışınlarla ışınlanmadıklarından, ışın çağı öncesinin, insan özelliklerini taşıyorlardı.
Bu dâhiler, bilim adamı olarak yetiştirilirken, tinsel yönden çok iyi eğitilmişti, insan yavrusu olarak, özlerinde
taşıdıkları, kin, nefret, öfke, kıskançlık, yalancılık, bencillik, kendini beğenmişlik... gibi kötü tutum ve davranışları
gemlemeyi öğrenmişlerdi. Ama, bu tinsel düzen, tarım küresinde, çeşitli etkenlerle yıpranmıştı. Bilginlerin
ruhsal yapıları giderek, koşullanmaların baskısından kurtulmuş, doğal durumuna dönüşmüştü.
Tarım küresinde, zaman zaman çıkan tartışmalar, kavgalar, bunun elle tutulur kanıtıydı. Gün gelmiş, bilginler
öfkelerine gem vuramayıp sıradan insanlar gibi birbirlerine saldırmaya bile kalkışmışlardı.
Dondurucudan çıkıp yeniden insan içine karışmaya kalkıştıklarında, tutumlarının nasıl olacağını kestirmek
zordu. Ama, hepsinin, ışın çağı insanlarının olağanüstü iyi, insancıl tutum ve davranışlarına ayak
uyduramayacağı kesindi. Dondurucudaki bilginler, hiçbir zaman, ışın çağı insanları kadar iyi, dürüst, sevecen,
insancıl, hoşgörülü, alçak gönüllü ve tepeden tırnağa sevgi yüklü olamazdı.
Belki ilk günler, yaşama yeniden kavuşmanın sevinciyle çevrelerine çok olumlu davranacaklardı. Ama bu ne
kadar sürecekti? Işın çağı insanlarının oluşturduğu uygarlığı ve onların görkemli yaşamlarını, kıskanmadan
benimseyebilecekler miydi? Yoksa, daha ilk günden, onlara düşmanlık beslemeye mi başlayacaklardı.
Elli bir bilginin, tümü de dâhilik düzeyinde akıllı ve bilgili kimselerdi. Üstelik, doygu bitkisiyle insanlığı açlık
canavarının elinden kurtardıklarının bilincindeydiler. Bu bilinçle, insanlığı, kendilerine borçlu sayabilirlerdi.
Bunun karşılığında insanları, buyrukları altına almaya kalkışabilirlerdi. Savaş nedir bilmeyen ışın çağı insanları,
elli bir bilginin, kolaylıkla oluşturabileceği, akıl almaz silahlar karşısında yenik düşebilirlerdi...
Belki de bu bilginler, evlenmeye filan da kalkışabilirdi. Çocukları olabilirdi. O zaman, ışın çağı insanları için,
ortaya daha kötü sonuçlar çıkacaktı. Kanlarına atom çağı insanının, kötülük yüklü kan hücreleri karışacaktı, iyi
ışınlarla değişime uğramış olan, iyi kan hücreleri, giderek soysuzlaşacaktı. Belki de bu yolla ışın çağı öncesinin
gerçek «insan»a ters düşen, olumsuz ve uyumsuz insan tipi, yeniden türeyecekti...
Dünyadaki tüm insanlar, donduruculardaki elli bir bilgini, kutsal insanlar olarak görüyordu. Onları gözlerinde
ve gönüllerinde, ölçüsüz biçimde büyütüp yüceltiyorlardı. Yaşama döndüklerinde de bu tutumlarını
sürdüreceklerdi. Bilginler, bu iyi duyguları, çok kötü biçimde sömürebilirlerdi.
Uluslararası dâhiler kurulu üyeleri, kendilerini, aralarına almak için şimdiden sabırsızlanmaktaydılar. Atom
çağı bilginleri, dâhiler kurultayına girince, ışın çağı uygarlığının tüm gizlerini, kaynaklarını kısa sürede
öğrenebilirlerdi. Bu kaynaklar yoluyla insanları, buyrukları altına almayı, dünyayı ele geçirmeyi, kolayca
başarabilirlerdi!...
İnsanlar, kendilerini bekleyen bu tehlikeleri bilmediklerinden, bilginlerin dondurucudan çıkıp yaşama
dönecekleri günü, iple çekiyorlardı.
Tüm ülkelerde, onların yaşama dönmelerini kutlamak amacıyla görkemli şenlik programları düzenleniyordu.
Her ulus, elli bir bilgini bir süre ülkelerinde konuk etmek istiyordu.
Bilginleri, ışın çağının olağanüstü olanaklarını kullanarak, görkemli gösterilerle ağırlama görevini «uluslararası
şenlik kurulu» üstlenmişti.
Her ülke başkentinin semalarında, ışınlarla «gök sahneleri» oluşturulacaktı. Işın çağı balerinleri, gösterilerini,
bu gök sahnesinde yapacaktı. Tiyatro sanatçıları oyunlarını bu sahnelerde sergileyecekti. Elli bir bilginle, ülke
başkanı, bu gösterileri, gökyüzündeki locadan izleyeceklerdi. Balerinler, kelebekler gibi konukların çevresinde
uçuşacak, müzisyenler, coşkulu ışın çağı müziğini sunacaklardı. Doyumsuz güzellikteki insan sesleriyle çalgı
sesleri göğü saracaktı.
Geçmişteki şenliklerde kullanılan havai fişeklerin yerini, bu şenliklerde, ışın çiçekleri alacaktı. Gökyüzüne
fırlatılan ışın çekirdekleri, belli bir yüksekliğe ulaşınca, patır patır patlayacaktı. O sırada gökyüzü, renk renk, ışıl
ışıl çiçeklerle kaplanarak, uçsuz bucaksız çiçek bahçesine dönecekti.
Şenliklerin gözbebeği olan cambazlar ve trapezciler, ustalıklarını, artık ip üstünde ve çadırlarda değil,
gökyüzünde, ışınlardan oluşan alanlarda göstereceklerdi. Palyaçolar bir zıplayışta çatılara ulaşacak. Damdan
dama atlayarak, yaptıkları oyunlarla izleyicileri gülmekten kırıp geçireceklerdi.
Şenliklerin ilginç bölümlerinden biri de «kara güldürü» gösterileri olacaktı. Bu gösterileri üstlenen sanatçılar,
oyunlarını, atom çağı, savaş filmlerinden öykünerek düzenleyeceklerdi. Başları miğferli, asker giysileri içinde
çıkacaklardı gösteri alanına. Her birinin elinde müzelerdeki örneklerden esinlenerek yapılmış, insan öldürmeye
yarayan, çeşit çeşit silah bulunacaktı. Tüfekler, tabancalar, el bombaları, kılıç, süngü, bazuka, roketatarlarla birbirlerine
saldıracaklardı.
İki bölük olan asker kümeleri, birbirlerini öldürerek, alt etmeye çalışırken, öylesine gülünç, o denli acınacak
durumlar yaratacaklardı ki!... Gösteriyi izleyenlerin, acı yüklü kahkahaları, göğe ağacaktı.
Işın çağında hiçbir ülke, asker besleme, ordu oluşturma gereksinimi duymuyordu, insanlar ve uluslar arasında,
düşmanlık söz konusu değildi. Zaman zaman yapılan, kara güldürü niteliğindeki, savaş gösterilerini ibretle
izliyorlardı.
Kimi sanatçı toplulukları da şenlikte, atalarının doğa olaylarıyla savaşımını, yansıtacak oyunlar hazırlıyorlardı.
Bu konudaki gösteriler de geçmiş çağlardaki filmlerden, kitaplardan... esinlenilerek sergilenilecekti.
Deprem, sel, kasırga gösterilerini üstlenecek sanatçılar, atalarının, doğa karşısındaki güçsüzlüğünü,
çaresizliğini bu yüzden çekilen acıları, ışın çağının olağanüstü olanaklarıyla ortaya dökeceklerdi.
Işın çağı insanları, zaman zaman bu tür gösterileri de izlemekten hoşlanıyorlardı. Atalarının, depremlerden sel
baskını ve kasırgalardan kendilerini koruyamamış olmalarına şaşıyorlardı. İnsanoğlunun, atom çağı denen çağda
bile, bu tür doğa olaylarına yenik düşmesine, akıl erdiremiyorlardı. Gösterilerde bir yandan bu durum
vurgulanıyor, bir yandan da birbirinden üstün savaş aracı ve silah bulmaktan başka bir etkinlik göstermemiş
olan, geçmiş çağların bilginleri, eleştirilip kınanıyordu...
Oysa, ışın çağında, insanoğlunun bu tür doğa olayları yüzünden acı duyması ve yok olması, çoktan önlenmişti.
Bilim adamlarının yoğun çalışmaları sonunda, depremleri çok önceden bildiren aygıtlar yapılmıştı. Ayrıca, tüm
yapılar, depreme dirençli manyetik güçlerle beslenmiş, gereçlerle oluşturuluyordu. Işın çağında «insan»a çok
değer veriliyordu. Pek az bir tehlike olasılığı bile göz ardı edilmiyordu. Bu yüzden insanların, deprem sırasında,
gökte geçici olarak oluşturulan, ışın alanlarına sığınmaları sağlanıyordu. Deprem sona erince, insanlar, evlerine
dönüyorlardı.
Yeryüzündeki akarsuların, sele dönüşmesi olasılıkları ve güçleri saptanmıştı. Bu hesaba göre, akarsu yatakları
yapılmıştı. Dünyanın hiçbir yerinde hesap dışı bırakılmış, denetimsiz akarsu kalmamıştı. Dağlardaki karların
erimesiyle oluşan sellerin, yolları belirlenmişti. Bu sular da denetim altına alınarak, en kısa yoldan, nehirlere
ulaştırılıyordu.
Dünyanın bazı bölgelerinde görülen, insanları yutup kentleri yerle bir eden, amansız kasırgalar insanoğluna
baş eğmek zorunda kalmıştı. Fırtınaların patlayacağını, duyarlı aygıtlar haber veriyordu. Kasırgayla savaş üsleri,
hemen harekete geçiyordu. Bu üslerde oluşturulan karşıt hava akımlarıyla, fırtınanın gücü bölünüyordu. Bu yolla
pek çok aşamada hızı kesilen kasırga, giderek sert bir rüzgâra dönüşüyordu.
Kasırgalardan etkilenen bölgelerde yapılar, bu sert rüzgâra direnecek nitelikte oluşturulduğundan insanlar,
hiçbir zarar görmüyorlardı.
Geçmişte, insanları toptan ölümlerle yok eden, veba, kolera, tifo gibi bulaşıcı hastalıklarla uzun süre çaresi
bulunamayan kanserin de kökü kazınmıştı. Bu hastalıklardan, artık, sadece tıp tarihi kitaplarında söz ediliyordu.
Elli bir bilginin yaşama dönüşleri, yeryüzünde, böylesine görkemli ve anlamlı şenliklerle kutlanacaktı.
Ülkelerde yapılan olağanüstü hazırlıklar, aralıksız sürdürülüyordu...
Işın çağında her şey iyiydi güzeldi, insanlar mutlu, rahat, kavgasız savaşsız bir yaşam sürüyorlardı. Ama,
zaman zaman o çağın da sorunları oluyordu. Elli bir bilginin tarım küresinden getirildiği sırada, dünyadaki en
önemli sorun, nüfus sorunuydu, insan sayısı dursuz duraksız, hesapsız plansız artıyordu. Nüfusun bu hızla
çoğalmasına göz yumulursa, gelecek kuşaklar, sıkıntılı ve mutsuz bir yaşam sürmek zorunda kalacaklardı.
Uluslararası dâhiler kurultayı, konuyu bu bilinçle ele almış, gece gündüz çalışarak, çözüm yolları arıyordu.
Sonunda, kurultayca, insanların dünyaya sadece iki yavru getirmelerinin uygun olacağı, kararına varıldı. Bu
koşullarda sürekli üremenin anlamsızlığı, ortaya kondu. Durum insanlara duyuruldu.
Ana babalar, kurultayın görüşlerini hoşnutlukla benimsediler. Kadınlar, iki çocuktan başka doğurmaz oldular.
Sadece, yavrularını yitiren aileler, onların yerine yeniden çocuk sahibi olabiliyorlardı.
Bu düzenin kurulmasında, insanları, hiçbir kimse ya da kuruluş zorlamadı. Bu olgu, hiçbir yasaya da
bağlanmadı. Ama, ışın çağı insanları öylesine bilinçliydiler ki!... Hiç bir ana baba, insanlık için sıkıntı ve
mutsuzluk kaynağı olmak istemiyordu. Artık, yeni doğacak her bebeğin, rahat bir dünyada yeri hazırdı.
Uluslararası bilginler kurulu, nüfus sorununun bu yolla kesin olarak çözümlenemeyeceğini biliyordu. Çünkü,
ışın çağının sağlıklı ve mutlu insanları, öylesine uzun yaşıyorlardı ki!... Zaman geçtikçe insanlar, yine dünyaya
sığamaz olacaklardı.
Bilginler bu nedenle geleceğe yönelik başka planlar yapmaya giriştiler. Atmosfer içinde, insanların
yaşayabileceği türde, uydu kentler kurmayı düşünüyorlardı. Dünyadaki nüfus yoğunluğu, tedirgin edici boyutlara
ulaşınca, düşledikleri uydu kentlerle sorunu çözeceklerdi.
Işın çağında, dünya böylesine düzenli, uyumlu, doya doya yaşanası bir gezegen olmuştu.
Bu gelişmeler sürerken yıllar da su gibi akıp gitmişti. Sekizle arkadaşlarının, dondurucudan çıkmalarına
sadece yirmi dört saat kalmıştı...
Işın çağı insanları, merakın ve coşkunun doruğunda, sabırsızlıkla saatleri sayıyorlardı. Atom çağı bilginlerinin,
dondurucudan çıkışlarını kutlamak için yapılacak törenler, şenlikler, gösteriler de hazırdı...
Dondurucuların durmasına altı saat kala, tüm insanlar, işlerini bırakarak, televizyonların çevresine doluştular.
Dondurucuların çevresine de verici aygıtlar yerleştirilmişti. Elli bir bilginin, yarı ölü durumdan, yaşama
geçişleri, en ince ayrıntılarına değin görüntülenerek, dünyaya yansıtılacaktı.
Tarım küresinden getirilen belgeler yardımıyla bilginlerin kimlikleri saptanmıştı. Vericilerdeki görevliler,
sürekli olarak, izleyicilere bu bilgileri aktarıyorlardı.
Süre dolunca, dondurucuların işlevi sona erecekti. O zaman, çevredeki görevliler, saydam sandıkların
kapaklarını açacaklardı. O an, en önemli andı. Kapakları açılır açılmaz, bilginlerin ayak uçlarında bulunan,
soluma başlıkları giydirilecekti. Başlıklar, salondaki doğal havayı, önce çok hafif sonra giderek artan bir basınçla
bilginlerin ciğerlerine verecekti.
Bilginler, uzun yıllar, tarım küresindeki yapay havayı solumaya alışmışlardı. O zamanlar, dünyanın doğal
havası kendileri için tehlike kaynağıydı.
Fakat, dondurucudaki yarı ölü yaşam sırasında, ciğerlerindeki, tarım küresinin yapay havası, en az düzeye
inmişti. Yüz yıl süreyle bu durumda kalan ciğerlere, dünyanın doğal havası artık zarar veremeyecekti.
Bilginlerin, yıllarca, soluma odalarında kapanıp doğal havaya uyum gösterme işlemlerine katlanmaları
gerekmiyordu.
Sekiz, dondurucuların üzerinde bulunan açıklama yazılarında, bu durumu da ayrıntılarıyla belirtmişti...
Bilginler, soluma hızları, doğal duruma gelince, dondurucudan ayrılacaklardı. Soluma başlıklarını çıkarıp
dengede durabilme ve yürüme alıştırmalarına başlayacaklardı. Bunlar da başarıyla sona erince, elli bir bilgin,
bulundukları salondan alınarak, konutlarına götürülecekti...
Görevliler, açıklamaların bu aşamasına gelince, bilginler için özel olarak yapılan konuttaki, vericilere
bağlandılar...
Ekranlarda bu kez, bilginlerin yaşayacağı görkemli konut belirdi. Evin içi, dışı, ışın çağının olağanüstü
olanaklarıyla düzenlenip donatılmıştı.
Öyle ki, bilginler, haberleşme salonundaki aygıtla dünyadaki tüm insanlarla görüşebileceklerdi. Televizyon
görünümündeki bu aygıt, dünyanın en uzak köşelerindeki vericilerle bile, bağlantı kurabilecek güçteydi.
Işın çağının iyi insanları, dünyayı, atom çağı bilginlerinin önüne sermeye hazırdılar...
Hiçbiri de elli bir dâhiden, kendilerine bir kötülük gelebileceğini düşünmüyordu...
Dünyadaki televizyon ekranlarında, yeniden dondurucular belirdiğinde, geriye sayma başlamak üzereydi.
Görevliler, durumu şöyle açıkladılar.
«Atom çağı bilginlerinin dondurucuya girmelerinden bu yana, tam yüz yıl geçti. Bir kaç dakika sonra, geriye
sayma başlayacak. Her şey yolunda giderse, yarı ölü bilginler, kısa bir süre sonra, aramıza katılacaklar. Atom
çağını onlardan dinlemek, kim bilir ne denli ilginç olacak!...
Kuşkusuz, ışın çağının görkemi de onların gözlerini kamaştıracaktır.
Işın çağının temeli olan enerjiyi, tarım küresinden gönderilen gümüş ışınlar sağlamıştı. Bunu herkes biliyor.
Gümüş ışınların, uzayda tarım küresine düşen bir ışın yumağından elde edildiği de biliniyor.
Gümüş ışınları, ışın yumağından ayrıştırıp dünyaya gönderen kişinin, şu en baştaki dondurucuda yatan, Sekiz
numaralı fizik bilgini olduğunu biliyor musunuz?...
Vericiler, Sekizin bulunduğu saydam sandığa yöneldi, insanlar, ekranlarda beliren görüntüye saygı, sevgi ve
biraz da ürkü ve korkuyla gözlerini diktiler.
İşte o anda, geriye sayma başladı: Dokuz... sekiz... yedi... altı... beş... dört... üç... iki... bir... sıfır!...
Uyumlu sesler çıkararak, çalışmakta olan dondurucular, garip bir uğultuyla sarsılarak durdular. Çevredeki
görevliler, hemen kapakları açtılar. Bilginlere, soluma başlıklarını giydirdiler. Gözlerini onlardan ayırmadan,
beklemeye başladılar...
Dünyadaki insanlar da, gözlerini ekranlara dikmiş, soluk almaktan çekinerek, bekleyişe geçmişlerdi. Soluma
aygıtlarının ibreleri, yavaş yavaş oynamaya başladı. Bilginler kısa aralıklarla soluk alıp veriyorlardı. Bir süre
böyle geçti. Sonra, yarı ölü adamlar, gözlerini açtılar. Çevrelerine bilinçsiz bakışlarla göz gezdirmeye giriştiler.
Giderek, soluma ibresi de hızlanıyor, soluma doğal düzeye geliyordu...
Böylece bir saat geçti. Bilginler, bu süre sonunda, ellerini kollarını kıpırdatmaya başladılar. Bu devinimler,
önceleri pek ağırdı, ama, giderek belirginleşip hızlandı. Ve elli bir bilgin, hep birlikte doğrulup oturma durumuna
geçti. Görevliler hiç ses çıkarmadan onları izlemekteydiler. Bilginler, dondurucudan çıkmaya kalkışınca, onlara
ellerini uzatarak, yardıma giriştiler.
Atom çağı insanının özelliklerini taşıyan elli bir dâhi, böylece ışın çağı dünyasına ayak basmış oldu. Soluma
başlıklarını çıkardıktan sonra bir süre, oldukları yerde kollarını yana açarak dikildiler, eğilip doğruldular.
Çömelip ayağa kalktılar. Bunları yaparken yapay robotları andırıyorlardı.
Birkaç adım yürüyüp, durdular. Çevredeki insanlara gülümseyerek, selam verdiler. Derilerinin süt beyazlığı,
ürkütücü bir görünüm veriyordu. Ama, bakışları sıcak ve sevecendi. O ana dek hiçbirinin ağzından tek bir
sözcük çıkmamıştı. Bilginler sustukça, görevliler de konuşmaktan kaçınıyorlardı. Sekiz, konuşmaya başlayınca
gözler ona çevrildi.
- Sevgili dünyamıza ve insan kardeşlerimize kavuşmak ne güzel!... Doğrusu yüz yıl önce dondurucuya
girerken, şu anı yaşayabileceğimden pek fazla umutlu değildim...
O bunları söylerken, uluslararası dâhiler kurulu başkanı, Sekize, dostça elini uzattı. Öteki dâhiler de Sekizin
arkadaşlarıyla tokalaşmaya başladılar.
Dâhiler kurulu başkanı:
- Sevgili dünyamıza ve ışın çağı insanlarının arasına, hoş geldiniz, dedi. Sekiz, dikkatle gözlerini
karşısındakinin gözlerine dikerek sordu.
- Işın çağı mı dediniz?
- Evet efendim, sizin yaşamış olduğunuz atom çağı, yıllar önce sona erdi. Şimdilerde bizler, ışın çağını
yaşıyoruz.
Sekizin gözleri parladı. Geçmişte olanları anımsamaya başlamıştı.
- Atom çağının son buluşu nasıl oldu?
Dâhiler kurulu başkanı o anda böyle bir soru beklemiyordu. Biraz durakladı. Sonra hemen açıklamaya başladı.
- Bu sorunuzu, belgeliklerden edindiğimiz bilgilere dayanarak, yanıtlayacağım. Bir gün, dünyamızın
çevresinde ışıktan bir kabuk belirmiş. İnsanlar, görkemli bir ışık seli içinde kalmışlar. Göz gözü görmez olmuş.
O anda elektrik akımına tutulmuşçasına, tepeden tırnağa sarsılmaya başlamışlar. Dünyayı saran bu ışınların,
etlerine, kemiklerine, iliklerine ve hücrelerine dek işlediğini duyumsamışlar.
Bir solukluk süre içinde olup biten bu sarsıntı sonunda, bedenlerini derinden derine, sızılar sarmış. O sırada
tüm dünyayı, insanoğlunun acı yüklü iniltileri kaplamış. Ama bu acı da. bir solukluk süre içinde gelip geçmiş.
Sonra insanoğlu, o güne dek hiç duymadığı, bilmediği, doyumsuz bir dirliğe kavuşmuş, işte o gün, dünyamızda,
atom çağı sona ermiş. Işın çağı başlamış.
Işın seline kapılan atalarımız, o gün, başlarından geçenleri hiçbir şekilde yorumlayamamış. Olağanüstü, bir
düş gördükleri sanısına kapılmışlar. O gizemli olayı böyle sindirip böyle benimsemişler. Bu olgu, o günden
bugüne değin, hâlâ böyle bilinir, böyle anlatılır...
Sekiz, coşkuyla kollarını açıp dâhiler kurulu başkanının boynuna sarıldı. Dâhiler kurulu başkanı, bu
beklenmedik davranıştan, önce biraz ürktü. Ama, Sekizin iyi duygularla dolup taştığını sezinleyince, o da
içtenlikle Sekizi kucakladı.
Işın çağı dâhileriyle atom çağı dâhilerinin kucaklaşmasını televizyonlarda izleyen insanlar da coşkuyla
birbirlerine sarıldılar. Elli bir dâhiye, dünyanın dört yanından, sevgi, saygı bildirileriyle sorular yağmaya başladı.
Uluslararası dâhiler kurulu başkanı, vericiler yoluyla tüm insanlara şu açıklamayı yaptı.
- Atom çağı bilginleri, henüz tam olarak doğal yaşama geçmiş değiller. Organlar arasında uyum sağlanıncaya
dek, kendilerini sağlık denetimi altında tutmak gerekiyor. Değerli dostlarımızı, özel olarak hazırladığımız konuk
evine götüreceğiz. Daha sonra oradan, kendileriyle bağlantı kurmanız sağlanacaktır. O zaman, değerli dâhilere,
sorularınızı sorabilirsiniz.
Dâhiler kurulu başkanı, bunları söyledikten sonra, Sekiz ile arkadaşlarına döndü.
- Sevgili dostlarım, bir asırlık zaman ötesinden geldiniz. Hem çok yorgun, hem de aç ve susuzsunuz. Sizin için
rahat bir konut hazırladık. Oraya gidelim. Bir iyi beslenin, dinlenin. Sonra ışın çağı insanlarıyla tanışır
görüşürsünüz. Sizler için hazırlanan görkemli şenlikleri izlersiniz. Yeryüzündeki tüm ülkeler, sizleri ağırlamak
için sabırsızlanıyorlar.
Atom çağı bilginleri, gerçekten yüz yıllık yoldan gelmişçesine yorgun ve bitkindiler. Üstelik, bedenlerini,
dayanılmaz bir sızı sarmıştı. Hele akciğerleri, binlerce diken batıyormuşçasına, sızım sızım sızlıyordu. Sekiz ile
arkadaşları, bu belirtileri, yeni- den yaşamaya başlamanın, doğal sonuçları olarak yorumluyorlardı. Bir süre
sonra, yorgunluk, bitkinlik ve sızılardan arınarak, güzelim dünyada, doya doya yaşayacaklarını umuyorlardı...
Dâhiler kurulu başkanının önerisini, bu yüzden, sevinçle karşıladılar. Gösterilen yöne doğru, kısa adımlarla
yürüyüşe geçtiler. Dura dinlene, çıkış kapısına doğru ilerlemeye başladılar.
Bu sırada Sekiz, şöyle düşünüyordu.
«Dünyaya dönmekle acaba iyi mi ettik? Bu insanların kan hücreleri, ışın bombasıyla değişime uğradı. Tümü
de tepeden tırnağa kötülüklerden arındılar. Bizlerse, kanımızda, ışın çağı öncesinin tüm kötülüklerini taşıyoruz.
Bunun bilincine varsalar, acaba bizlere böylesine iyi davranırlar mıydı? Kuşkusuz davranırlardı. Çünkü, onlar,
«arı insan» niteliğini taşıyorlar. Her biri, tarım küresindeki beş bilginde tanık olduğumuz, tinsel yüceliğe ve
dirliğe erişmiş...
İnsanlıklarına köstek olan, saçma saplantıları, önyargıları yok. Birbirlerini kıskanmıyor, birbirlerinin canına,
malına göz dikmiyor. Kini, nefreti, düşmanlığı, bencilliği, yalancılığı, dolapçılığı, acımasızlığı, sevgisizliği
tanımıyorlar.
Dünyada sevgi, saygı, hoşgörü, özveri, dostluk, barış kavramları, evrensel ilkeler durumuna gelmiş olmalı.
Kanımca, bu yolla yeryüzünde, evrensel barışa, dostluğa, kardeşliğe ve toplumsal dirliğe dayalı, eşsiz bir düzen
kurulmuştur.
Atom çağı insanlarının bir bölüğü de bu tür bir düzenin özlemini duyuyorlardı. Ama, insanoğlu, varlığına
yerleşmiş olan kötü niteliklerden arınmayı akıl edemedi, insanlar böyle bir düzene ancak, bu yolla
erişebileceklerinin bilincine varamadılar.
Atom çağının insanı, eğer, bu gerçeğin bilincine varabilseydi, aklı, zekâsı ve düşünme yetisiyle ışın
bombasına gerek kalmadan da benliğini, kötülüklerden arıtabilirdi.
Kısacası, atom çağı insanları, birbirleriyle didişmekten, kendi özvarlıklarına eğilemediler. Benliklerini
soysuzlaştıran, kötü kavramlardan, arınmayı akıl edemediler.
Ya bizler, benliğimize yerleşmiş olan kötü niteliklerin etkisiyle onlara zarar vermeye kalkışırsak!... Keşke,
dünyaya dönme ve yüzyıl sonrasını görme tutkusuna kapılmasaydık! Yaşamımız, tarım küresinde son bulsaydı.
Acaba, ışın çağına ve ışın çağı insanlarına uyum gösterebilecek miyiz.»
Sekiz, bunları kurarken, çıkışa gelmişlerdi. Kapının önünde, bir süre durdular. Sekiz, dâhi başkana sordu.
- Oldukça yorulduk. Bizi konutumuza götürecek olan taşıtlar nerede?
Dâhiler kurulu başkanı, bir an şaşırdı. Sonra Sekizi gülümseyerek yanıtladı.
- Artık, taşıt filan yok. Gideceğimiz yere, ışın yoluyla ulaşacağız.
Başkan bu açıklamayı yaparken, görevliler, konuk bilginlerin bellerine ışın yolu kemerlerini takmaya
başladılar, Sekizin kemerini, dâhiler kurulu başkanı taktı.
- Sevgili Sekiz, size gösterecek o denli çok buluşumuz var ki!... Tüm dünyanın bilim adamları, işbirliği
içindeler. Tek amaç, insanlara, sağlıklı rahat ve mutlu bir yaşam sağlamak. Atom çağında kullanılan taşıtlar,
sürekli olarak havayı kirletiyordu. Onları kaldırdık. Güçlü enerji kaynaklarından elde ettiğimiz ışınlarla ışın
yolları oluşturduk. Bu yollar dünyayı ağ gibi sarıyor.
Sekiz coşkuyla sordu.
- Bunca güçlü enerjiyi nereden elde ediyorsunuz?
- Uzun yıllar, atalarımız, sizin tarım küresinden gönderdiğiniz gümüş ışınlardan yararlanmışlar. Bir süre de,
dünyanın merkezindeki magmadan enerji sağlanmış. Şimdilerde «Uzay Kirpisi» adlı görkemli gemi, uzaydaki
bir nebuladan parçalar koparıp geliyor. O parçaları enerji kaynağı olarak kullanıyoruz. Uzay kirpisi, aynı
zamanda, tarım küresini ve sizleri bulan gemidir.
Sekiz şaşkınlığını saklayamadı.
- Siz ne diyorsunuz? Uzayda kaynayıp durmakta olan kızgın kütlelerden, parça koparacak güçte araçlarınız mı
var?
- Elbette, dedi, dâhiler kurulu başkanı, uzay kirpisi belli zamanlarda uzaya açılır. Nükleer enerji kaynaklarıyla
yüklenip geri döner. Bunlardan başka, meteor avcısı araçlar da geliştirdik. Bazı meteorlar çok güçlü enerji
veriyorlar, dünyamızda tüm araçlar nükleer enerjiyle çalışır. Hele biraz dinlenin de sizlere, ışın çağını olanca
görkemiyle tanıtalım.
Sekiz:
- Bir şeyi çok merak ediyorum, dedi, ışın çağında uluslar birbirleriyle hiç savaştılar mı?
Dâhiler kurulu başkanı bu soruyu da gülümseyerek yanıtladı.
- Hayır, sayın Sekiz. Işın çağı başlayalı beri, dünyamızda hiçbir savaş olmadı. O günden bu yana, tek bir insan
bile bir başka insanı öldürmedi. Herkes birbirini öylesine seviyor, sayıyor ki!...... bu ortamda, insanların
birbirlerini öldürmeleri, düşünülemez bile... Geçmişteki savaşlar, zaman zaman, tiyatro sahnelerinde
canlandırılıyor. Bu oyunları izleyenler, öyle bir şaşırıyor, öyle bir dertleniyorlar ki!...
Savaşlar ortadan kalkalı, bilginler, dâhiler, silah yerine, insanı sağlıklı, rahat ve mutlu kılacak buluşların
peşine düştüler... Dünyamızı yakından tanıyınca, gerçekten çok şaşıracaksınız...
- Doğrusu sabırsızlanmaya başladım...
- O halde hemen yola çıkalım. Sizleri bir ayak önce konutunuza ulaştıralım...
Dâhiler kurulu başkanı, Sekize, ulaşım kemerinin, kullanışını anlatmaya girişti.
- Gördüğünüz gibi kemer tokasını andıran şu aygıt üzerinde, üç düğme ile minik iki kol var. Önce gideceğiniz
yeri programlayacaksınız. Sonra, kemerin iki ucunu birbirine kenetleyip ışın yoluna gireceksiniz. İstediğiniz yere
gelince, kendinizi yolun dışında bulacaksınız. Programlama ise şöyle olacak...
Sekiz ile arkadaşları, kemerleri programlandıktan sonra, dışarıya çıkarıldılar. Elli bir bilgin, yolculuk yapan
yüzlerce insanın, ışın yolları üzerinde, uçarcasına ilerlediğini görünce, donakaldı... Sekiz, gözlerini yolculardan
ayıramıyordu, insanlık adına, tepeden tırnağa sevinç ve onur kesilmişti...
Yüreği çatiarcasına çırpınmaya başladı. Başı dönüyor, gözleri kararıyor, kulakları uğulduyordu...
Görevliler, ışın yoluna doğru ilerlemelerini rica ettiler. Ne olduysa o anda oldu. Elli bir bilgin, üç dört adım
attıktan sonra birden, boş çuvallar gibi oldukları yere yığılakaldılar...
Görevliler, hemen, onları kucaklayıp yerden kaldırdılar. Elli biri de boğulurcasına soluyarak, ölüme
yaklaşmaktaydı. O anda, dâhiler kurulu başkanının kollarında can çekişmekte olan Sekiz, sağ elini giysisinin
göğüs cebine soktu. Oradan, annesinin tarağını çıkardı. Giderek ölgünleşmekte olan gözlerine yaklaştırdı. Olanca
dikkatiyle baktı. Sonra, dudaklarına götürüp öptü... öptü... öptü... Tükendi gitti...
Elli bir bilginin, soluklarının kesildiği anlaşılınca, dünya acıya boğuldu. Cesetler, ölüm nedenini saptama
aygıtlarında incelendi. Ölü inceleme aygıtına bağlı bilgisayar, ölüm nedeni olarak, hava uyumsuzluğundan
kaynaklanan, «Solunum zehirlenmesi» bulgusunu belirtti.
Işın çağı bilginleri, bilgisayarın, yanlış sonuç vermeyeceğine inandıklarından «Solunum zehirlenmesi»
bulgusunu, yeterli buldular. Sonucu derinlemesine inceleme gereksinimi duymadılar.
Atom çağından kalma elli bir bilgin, ışın çağının gelişmiş yöntemleriyle mumyalanıp özel bir anıt müzeye
yerleştirildi. Görevliler, mumyalama sırasında, nice uğraştılarsa, Sekizin sımsıkı kasılan parmakları arasından,
annesinin tarağını alamadılar. Kendisini, avucundaki tarakla mumyalamak zorunda kaldılar.
İnsanlar, onların ardından, günlerce göz yaşı döktü. Onlar adına şarkılar yapıldı. Türküler yakıldı. Ağıtlar,
destanlar düzüldü. Tiyatro oyunları, operalar oluşturuldu. Şiirler, öyküler, romanlar yazıldı. Yontu ustaları ve
ressamlar, görkemli yontu ve resimlerle anılarını ölümsüzleştirmeye giriştiler...
En çok ilgi çekip en fazla işlenen konu da Sekizin son soluğunu verirken cebinden çıkararak öptüğü kadın
tarağıydı... Yeryüzündeki tüm sanatçılar, bu gizemli tarak olayını, değişik yorumlarla ele aldılar. Hatta atom çağı
belgeliklerinden, Sekizin yaşamına değgin bilgiler araştırarak, tarağın gizini çözmeye kalkışanlar bile oldu. Ama,
hiç kimse bunu başaramadı...
Sekizle arkadaşları aslında, hava uyumsuzluğundan zehirlenerek ölmemişlerdi. Ölüm nedenleri ışın çağı
insanlarının bilmediği, bambaşka bir giz taşıyordu.
Işın çağı insanlarının soludukları hava moleküllerinde «iyi ışın» zerreleri vardı. Elli bir bilginin solunum
aygıtları, bu yabancı zerreciklere uyum gösterememişti. Başka bir deyişle havadaki iyi ışın zerrecikleri,
bilginlerin solunum düzenlerini bozmuş, boğulup ölmelerine neden olmuştu...
Işın çağı insanları öldüklerinde, kan hücrelerinde bulunan iyi ışın zerrecikler, buharlaşma yoluyla topraktan
havaya geçiyordu. Oradan da solunumla insanların kan hücrelerine karışıyordu.
Işın çağı insanları, geçmişte, kanlarına işleyen ışınlarla hücresel değişime uğramışlardı. Bu nedenle, soluma
yoluyla ciğerlerine giren ışın zerrecikleri, onlara kötü etki yapmıyordu. Tersine, kan hücrelerindeki ışın zerreleri
artıyordu. Bu yolla, iyi insan olma özellikleri, varlıklarını saran kutsal erinç ve birbirlerine karşı duydukları
sevgi, saygı daha da yoğunlaşıyordu.
Bu doğal döngü nedeniyle insanoğluna «iyi insan» olma niteliği kazandıran «iyi ışın zerrecikleri» hiç yok
olmuyordu. Üstelik olgusuyla insandan yavrusuna, ölüm olayıyla insandan toprağa, buharlaşma ve solunum
yoluyla da topraktan yine insana, akıp duruyordu...
Dünya artık, birbirlerini yürekten seven, birbirlerinin canına, malına ve özgürlüğüne içtenlikle saygı gösteren,
ışın çağı insanlarının dünyasıydı. Hep öyle kalacaktı.
S O N