Jack London. BEYAZ DIŞ
BIRINCI BÖLÜM
AV PESINDE
[yandx]karaman-olga-karaman/roz71sjlvm.5217[/yandx]
Donmuş ırmağın iki yakası karanlık ladin ağaçlarıyla kaplıydı. Rüzgar dalların
üzerindeki kar örtüsünü az önce sıyırmıştı, gitgide silinen gün ışığı altında
ağaçlar kopkoyu, korkunç karaltılar halinde birbirlerinin üzerine doğru
abanıyorlarmış gibi görünüyordu. Cansız, kımıltısız, acı bile duyulamayacak
kadar ıssız ve soğuk olan bu yabani ülke üzerine ağır bir sessizlik çökmüştü.
Gizliden gizliye acı acı çınlayan bir kahkaha gizliydi sanki; tüm acılardan daha
korkunç, buz gibi soğuk, bir Sfenks gülümseyişi kadar donuk, zorunluluk kadar
tutkulu bir kahkaha!.. Acımasız, uçsuz bucaksız bir sonsuzluk, yasamla ve yasama
çabasının gereksizliğiyle alay ediyor gibiydi sanki. Kuzeyin o saf, o durdurak
tanımayan buz gibi vahşetiydi bu. Ama yine de bir yasam vardı bu yabancı
topraklarda, hem de öyle kolay kolay pes etmeyen direngen bir yasam! Çünkü kurda
benzer bir köpek sürüsü donmuş ırmak yatağı boyunca güç bela ilerlemeye
çalışıyordu.
Hayvanların sık tüylü postları buz tutmuştu. Ağızlarından yoğun bir buhar demeti
çıkıyor, soluklarının havaya karışmasıyla incecik buz taneciklerine dönüşüp
tüylerine yapışması bir oluyordu. Kayışlarla bağlı oldukları bir kızağa
koşulmuşlardı. Kızak gövdesi sağlam ağaç kabuklarından yapılmıştı, karların
üzerinde ayakları olmaksızın kayıyordu. Kızağın ucu önünde dalga dalga yayılan
yoğun kar yığınlarını kenarlara doğru savurup dağıtacak biçimde yukarıya kalkık
olarak yapılmıştı.
Kızakta ince uzun bir tabut vardı; ayrıca battaniyeler, bir balta, bir
kahvedenlik ve bir de tava bulunuyordu. Uzun tabutun kapladığı yer hayli
fazlaydı. Köpeklerin önü sıra bir adam ilerliyordu, kızağın ardında ikinci bir
adam daha vardı. Her ikisi de geniş kar ayakkabıları giymişlerdi. Gerçi
kızaktaki tabutta başka bir adam daha vardı ya, onun çilesi çoktan sona ermiş,
dünyadan elini eteğini çekmişti artık. Yabani kuzey ülkesinin soğuğu karsısında
yenik düşmüştü. Bir daha kımıldayamayacak durumdaydı, sıfırı tüketmiş halde
kıpırdamaksızın kalıp gibi yatıyordu öylece. Hareketi sevmezdi çünkü soğuk.
Yasam demek hakaret demektir ona göre, yasam harekettir çünkü. Oysaki soğuk,
hareketin her türlüsünü kötürümleştirmeye kararlıdır. Sular denize dökülmesin
diye ırmakları dondurur, ağaçların taa iliğine kemiğine isler, özsuyunu dondurup
kurutur. Ama asıl insanoğluna düşmandır o; çünkü insan, yaratıkların en
devingenidir, durağanlığa karsı sürekli bir başkaldırma içindedir ve iste bu
nedenledir ki soğuğun özellikle yere sermeye can attığı bir yaratıktır.
Hala canlı kalmayı başarabilmiş olan iki adam, biri kızağın önünde, öbürü ise
arkasında, yılmadan, umutsuzluğa düşmeden yollarına devam etmekten geri
durmuyorlardı. Kalın kürklere, yumuşacık derilere sarılmışlardı. Kirpiklerini,
yanaklarını ve dudaklarını donmuş soluklarıyla püskürttükleri buz zerrecikleri
kaplamıştı. Öyle ki, suratları suratlıktan çıkmış, yüz çizgileri iyiden iyiye
belirsizleşmişti. Bu görünümleriyle korkunç maskeler takmış birer mezarcı,
düşler evrenine ölülerini gömmeye giden ürkünç umacıları andırıyorlardı.
Gelgelelim ikisi de insandı iste. Bu hiçlik ıssızlık ve tehlike evreninden
geçerek, kendilerine uzayın boşlukları kadar uzak, yabancı ve ölü gibi görünen
dünyaya kafa tutan ufacık birer serüvenciydiler. Hiç konuşmadan ilerliyorlardı,
çünkü hareket etmek için gerekli olan gücü yitirmemek, bu nedenle de boşuna
nefes tüketmemek zorundaydılar. Çevrelerini saran ağır sessizlik, tıpkı deniz
dibindeki dalgıcın üzerine basınç yapan su kütlesi gibi, ruhlarını eziyordu. Bu
sessizlik, uçsuz bucaksız sonsuzluğun ve kaçınılmaz zorunluluğun olanca
ağırlığıyla üzerlerine yükleniyor; ruhlarını taa derinden kavrayarak
benliklerine isliyor; dünya nimetlerine olan asırı tutkularını, gelip geçici
coşkularını, uçarı heveslerini! ezerek son damlasına kadar posasını çıkarıyor;
büyük ve yenilmez doğa güçlerinin parmağında oynattığı, zavallı akılları ve
yetersiz bilgileriyle onları ufacık birer güneş lekesine döndürüyordu.
Bir iki saat geçti... Pek kısa süren günün can çekisen ısıkları silinmeye yüz
tutarken, uzaklardan hafif bir çığlık yükseldi. Bir anda havaya dağılıp
yankılandıktan sonra yavaş yavaş eriyip söndü. Eger bu acılı çığlıkta bir vahşet
ve açlık havası bulunmasaydı, yitik bir ruhun iniltili yakarısı sanılabilirdi.
Öndeki adam basını arkaya çevirdi, arkadaşıyla göz göze geldi, ince uzun tabutun
üzerinden anlamlı anlamlı kafa salladılar birbirlerine.
Çok geçmeden sessizliği bir bıçak gibi yırtan ikinci bir uluma daha işitildi.
Adamlar bu seslerin daha demin arkalarında bıraktıkları kar çölünden kopup
geldiğim anlamışlardı. Derken, aynı yönden bir üçüncü uluma daha yükseldi,
ikincisine verilen bir yanıltı sanki bu ve onun azıcık solundan gelmişti.
Öndeki adam:
“Pesimize takıldılar, Bill,” dedi.
Sesinin tonu boşuk ve ürkekti, sanki konuşurken büyük bir güç harcamak zorunda
kalıyor gibiydi.
Arkadaşı:
“Et kıtlığı var,” karşılığını verdi. “Günler var ki tek bir tavsan izi bile
görmedim.” Baska bir şey konuşmadılar. Kendilerini izleyenlerin ısrarlı
ulumalarına kulak kesilmişlerdi. Ortalık kararınca köpekleri ırmak boyundaki
ladin koruluğuna hayladılar, kampı orada kurdular. Atesin hemen kıyısındaki
tabut hem oturmak hem de yemek yenilecek bir yer isine yarıyordu. Atesin
arkasındaki kurda benzeyen köpekler kendi aralarında hırlaşıp dalaşıyor, ama
bulundukları yerden ayrılarak karanlığa dalmayı göze alamıyorlardı.
Bill:
“Sunlara bak, Henry,” dedi. “Nedense kampı bırakıp gitmeye çalışmıyor bunlar,
garip şey doğrusu...” Henry içine bir buz parçası attığı ibriği atese sürerken
basını salladı. Sonra isini bitirip tabutun üzerine oturdu, yemeğini yemeye
baslayıncaya dek hiç konuşmadı.
“Postun pahalı olduğunu ve onu nerede kurtarabileceklerini biliyorlar elbet.
Kolay kolay kurtlara yem olmaz onlar, tersine yerler. Pek akıllıdırlar.” Bill,
basını sallayarak:
“Bilmem ki valla, umarım öyledirler,” dedi.
Arkadaşı basını kaldırıp şaşkınca baktı:
“Bizim köpeklerin akıllarını beğenmediğini ilk kez istiyorum senden.” Bill
ağzına attığı fasulyeleri ağır agır çiğnerken:
“Dinle, Henry,” dedi. “Köpeklere yem verirken nasıl gürültüyle itişip
kakışıyorlardı, işittin ya?” Henry:
“Evet,” diye onayladı. “Her zamankinden fazla huysuzluk ettiler.”
“Kaç köpeğimiz var, Henry?”
“Altı.”
“Peki ama...”
Bill sözlerinin önemini vurgulamak istercesine bir an sustu, sonra ağır ağır
sürdürdü:
“Evet, altı köpek var diyordum ben de. Altı balık çıkardım, köpek basına ‘birer
balık verdim, ama yine de biri açıkta kaldı.” “Yanlış saymışsındır canım.”
Bill:
“Yok daha neler!” diye diretti. “Altı köpeğimiz var diye, tuttum altı tane balık
çıkardım. Ama gel gör ki, Tek kulak balıksız kaldı iste. Sonra gidip bir tane de
ona getirdim.” “İyi ama Bill, topu topu altı köpeğimiz var, nasıl olur?” “Henry,
hepsi köpekti diyen yok ki sana! Balık verdiğim hayvanlar yedi taneydi.” Henry
yemeğini bıraktı, atesin arkasında duran köpeklere bakarak saydı:
“Al iste, hepsi hepsi altı tane.” Bill soğukkanlılıkla üsteledi:
“Evet, yedincisinin az önce karların üzerinde hoplaya zıplaya kaçıp gittiğini
gördüm. Ben saydığımda yedi taneydiler.” Henry acımalı gözlerle arkadaşına baktı
ve:
“Su yolculuk bir bitse öyle sevineceğim ki,” diye homurdandı.
“Ne demek istiyorsun yani?”
“Bana kalırsa kızaktaki tabut sinirlerini bozdu senin, hayal görmeye basladın,
hepsi bu.”
Bill:
“Hani bunu da düşünmedim değil bak,” dedi. “Ama köpeklerden birinin kaçtığını
görünce, gidip karların üzerine bir göz attım, birtakım ayak izleri buldum.
Sonra döndüm bir daha saydım, altı taneydiler. izler duruyor, istersen bak da
gör.” Henry sesini çıkarmadı, yemeğini yemeye koyuldu yine. Son lokmasının
üzerine kahvesinden bir yudum daha aldıktan sonra elinin tersiyle ağzını sildi
ve:
“Öyleyse...” diye söze baslayacak oldu. Ama tam o sırada karanlığın içinden
kopup gelen uzun, acılı bir ulumayla sözü yarıda kaldı. Susup kulak kabarttı.
Sonra eliyle ulumanın geldigi yönü göstererek: “...bunlardan biri miydi diyorsun
yani?” diye sordu.
Bill evet gibilerden kafasını salladı:
“Böyle olmasın da nasıl olsun, köpeklerin nasıl huysuzluk ettiklerini, dalaşıp
durduklarını sen de isittin iste.” Birbiri ardından yükselen ulumalarla ortalık
tımarhaneye dönmüştü. Köpekler çevrelerini saran bu korkunç koro karsısında
dehşete kapıldılar, sıkış tıkış olup büzüldükçe büzüldüler. Atesin yanına
öylesine sokulmuşlardı ki alevler postlarını tütsülüyordu. Bill bir odun daha
atarak atesi besledikten sonra piposunu yaktı.
Henry:
“Nen var yahu senin, çok sıkkın görünüyorsun,” dedi.
“Bak, Henry...”
Bill sözlerini sürdürmeden önce piposundan bir iki nefes çekti dalgın dalgın.
Sonra başparmağıyla üzerinde oturdukları tabutu göstererek:
“Düşünüyorum da,” dedi, “su adam bile bizden daha şanslı, hem de bizim hiçbir
zaman olamayacağımız kadar şanslı. Biz ölünce cesetlerimiz ite kurda yem olmasın
diye mezarlarımıza bir iki tas koyacak kimse çıkacak mı acaba?” “Orası öyle,
bizim onun gibi ne onca paramız pulumuz var ne de onca hısım akrabamız.
Cenazemizi uzak bir ülkeye göndertmek kim, biz kim!..” “Benim asıl akıl sır
erdiremediğim şey ne biliyor musun, Henry?.. Su herif bir eli yağda bir eli
balda yasayan bir lord du değil mi? Peki simdi burada ne isi var? Bu Allah’ın
belası vahsi ülkeye hangi akla hizmet etmiş de gelmiş, anlayan beri gelsin!”
Henry:
“Al benden de o kadar,” dedi. “Kendi memleketinde kalsaydı, gül gibi yasayıp
gider, sonra da rahat döşeğinde ölürdü.” Bill tam ağzım açıp yanıt vereceği
sırada duraladı, kendilerini dört bir yandan bir duvar gibi çevreleyen karanlığı
gösterdi. Yoğun karanlığın içinde hiçbir şey görünmüyordu, yalnızca kor gibi
parıldayan bir çift göz fark ediliyordu. Henry basıyla bir ikinci, derken bir
üçüncü çift göz daha gösterdi arkadaşına. Kampın yanı yöresi kor gibi yanıp
sönen gözlerden oluşan bir halkayla çepeçevre şarılmıştı. Bu yalaz yalaz yanan
ısık lekeleri kimi zaman kıpır kıpır ediyor, bir görünüp bir siliniyor, sonra
yeniden ışıldamaya baslıyordu. Köpeklerin huysuzluğu giderek artmaya
baslamıştı. Ani bir korkuyla atese yaklaşıyor, adamların ta burunlarının dibine
sokuluyorlardı. Hele içlerinden biri paniğe kapılarak atese öyle fazla sokuldu
ki içine düştü.
Düşer düşmez de acı ve korkuyla havladı. Aynı anda kavrulan tüylerinin kokusu
kapladı ortalığı. Bu sırada yanıp sönen kor gözlerden oluşan çemberde birtakım
kıpırdanmalar oldu, hatta bir an için geriledi. Ne var ki, köpeklerin
huzursuzluğu yatışır yatışmaz yine eski yerlerine döndüler.
“Cephanemiz de aksi gibi tam bitecek zamanı buldu, Henry.” Bill piposunu
söndürmüştü. Yemekten önce yere serdikleri ağaç dalları üzerine kürklü yatakları
ve battaniyeleri yerleştiren arkadaşına yardım ediyordu. Henry arkadaşına hak
verir gibilerden söyle bir homurdandıktan sonra makosenlerinin bağcıklarını
çözmeye koyuldu.
“Kaç kurşunumuz kaldı?” Bill:
“Üç...” diye karsılık verdi. “Ah be, simdi üç yüz tane kurşunumuz olacaktı ki bu
kahrolası hayvanların burunlarından fitil fitil getirecektim!” Kor gibi parlayan
gözlerin oluşturduğu çembere doğru yumruğunu öfkeyle salladı, sonra
makosenlerini çözüp atesin hemen kıyısına yerleştirdi. “Hiç değilse su soğuk
bir kırılsaydı bari,” diye devam etti. “iki haftadır sıfırın altında elli
derece. Keşke çıkmasaydık su yolculuğa, Henry. Durumumuz hiç de iç açıcı değil
doğrusu, içim içimi yiyor... Yolculuğumuz sona erse de seninle McGurry’ye gidip,
sıcacık atesin karsısında bir pişpirik çevirsek, ha?” Henry yatağına girerken
homurdanmakla yetindi.
Tam uykuya dalmak üzereydi ki Bill yine seslendi:
“Bak ne diyeceğim Henry, hani su balık yiyen davetsiz konuk var ya, bizim
köpekler iste ona ne diye saldırmadılar ha, ne dersin? Hay Allah, gel de çık
isin içinden, ne yalan söyleyeyim korkutuyor bu beni.” Arkadaşı uyku
sersemliğiyle homurdandı:
“Amma uzattın be Bill, pireyi deve yapmaya bire birsin hani. Eskiden hiç böyle
değildin. Çeneni kapat da uyu artık... Söyle bir güzel uyku çektin mi sabaha
hiçbir şeyciğin kalmaz. Mideni bozmuş olacaksın herhalde, bütün sıkıntın bu...”
Aynı örtünün altında yan yana yatıp, horul horul uyumaya basladılar. Ateş
gitgide ufalıp azalırken, kamp çevresindeki kor parçalarını andıran gözlerin
oluşturduğu çember de her an biraz daha daralıyordu. Köpekler birbirlerine
sokulup sıkıs tıkıs oluyor, yaklasan parıltılara gözdagı vermek istercesine
hırıldıyorlardı. Hırıltılar bir ara adamakıllı artınca Bill uyandı. Arkadaşını
uyandırmamaya çalışarak yavaşça yerinden doğruldu, atesi birkaç parça odunla
besledi. Alevler yeniden yükselince parıldayan gözler geriledi. Derken Bill’in
gözü köpeklere ilişti: birbirlerine iyice sokulup tortop olmuşlardı. Şaşkın
şaşkın gözlerini ovuşturup bir daha baktı, sonra yeniden battaniyesine gömülüp
yattı. “Hisst, Henry... Henry be!” Kan uykusundan uyandırılan Henry:
“Yine ne var, ne oluyor?” diye homurdandı. “Hiçbir sey... Yalnız, yine yedi
oldular. Simdi saydım...” Henry uyku sersemliğiyle yarım yamalak bir seyler
homurdandı, sonra yine horuldamaya basladı. Ertesi sabah ilkin Henry uyandı ve
arkadasını uyandırdı. Saat altı olmuştu, ama ortalığın ısımasına henüz üç saat
daha vardı. Karanlıkta gidip gelmeye, yemegi hazırlamaya koyuldu; bu arada Bill
de örtüleri, battaniyeleri denk yapıp kızağa yerleştirdi. Birden arkadaşına
dönüp damdan düşercesine sordu:
“Henry... Kaç köpeğimiz var demiştin sen?” “Altı.” Bill zafer kazanmışçasına
atıldı:
“Yanılıyorsun.”
“Ne yani, yine mi yedi oldular diyorsun?”
“Yo beş. Neden dersen, biri toz olmuş!” Henry bir küfür savurdu, kahvaltıyı
hazırlamayı yarım bırakarak hısımla köpeklerin yanma gitti, tek tek saymaya
basladı.
“Haklısın, Bill,” dedi. “Şişko kayıplara karışmış.” “Ara ki bulasın, öyle bir
toz olmuş ki iz miz hak getire.” “izi mi kalır zavallının! Diri diri
yutmuşlardır onu. Kalıbımı basarım ki o Allah’ın belası yaratıklar hayvancağızı
yutarken hala havlamaya devam etmiştir.” Bill:
“O hayvan da bildim bileli aptalın tekiydi,” dedi. “Canım, aptal da olsa bile
bile ölümüne koşacak değil ya bu hayvan!” Henry, bunları söylerken sanki her
birinin huyunu suyunu anlamak istermişçesine köpekleri tek tek süzüyordu. Sonra:
“Hiç kuşkum yok, hiçbiri ölümüne susayacak kadar budala değildir,” diye ekledi.
Bill de arkadaşıyla aynı görüşteydi:
“Orası öyle, sopayla kovsan bile yine de uzaklantıramazsın onları atesin
yanından. Ama bu Şişko bana kalırsa biraz aptalcaydı.” Dondurucu kuzey ülkesinde
yapılan yolculuk sırasında yok olan bir köpeğin ardından söylenenlerin hepsi bu
kadarcıktı. Daha nice köpeğin ya da insanın ardından belki ancak bu kadar söz
söylenirdi.